29 Eylül 2007 Cumartesi

...başlık değişecek

Artık insanları daha fazla dinlemeyi, hoşlanmasam da fikirlerine daha fazla saygı duymaya çabalıyorum çünkü hayatınızdaki her olumsuz gelişmede öyle ya da böyel sizin de hatanız vardır. Neden isim değiştirmek gerekti peki?
  1. Babam çok fazla söylendi, malum toplumun değer yargıları falan.
  2. İşyerinde isminden ötürü giremiyorum diyenler oldu.
  3. İsmi fazla saldırgan bulanlar var ki bu nedenle hoşuma gitmişti aslında :)
İngilizce olarak yani "Post-orgasmic Chill" deseydik muhtemelen kimsenin sesi çıkmayacaktı, kanıksama ve anlamama nedeniyle ama durum bu değil, öyleyse isteklere kulak verelim. Daha güzel bir isim bulana kadar isim ve adres böyel kalacak, uygun olanını bulunca ikisini de değiştiririz. Yazan zaten 3 kişi olduğu için son karar ben, Görkem ve Deniz'in olacak. Gelsin yorumlar...

27 Eylül 2007 Perşembe

Ekip tamam!


Cengiz Çandar, Referans gazetesindeki köşesinde 2. Cumhuriyetçilerin "ilk 11"ini yayımladı. Kadro: Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Şahin Alpay, Mehmet Ali Birand ve Ali Bayramoğlu...
Hürriyet'te Mehmet Y. Yılmaz, takımın teknik direktörlüğüne Karen Fogg'u, başkanlığına Can Paker'i öneriyor. Fogg uygun ancak Paker'in başkanlığı için George Soros'un iznini almak gerekir. En büyük başkan o çünkü... Bu arada takımın fahri başkanları Graham Fuller ile
Paul Henze de unutulmamalı...

kaynak: Melih Aşık

22 Eylül 2007 Cumartesi

Öğrenciliğin ilk günleri

Günlüğün gönüllü katılımcılarından biri olarak bu ilk yazımı yazmayı epey geciktirdim, ama bahsetmeye değer bir konu bulamıyordum. Belki hâlâ yok, ama daha fazla beklemeyeceğim.

Şu aralar bahsedebileceğim en düzgün konu, son bir haftadır uğraştığım iş: İskoçya-Dundee’de, yerleşmek, şehri tanımak ve bu farklı kültüre uyum göstermek.

İlk anlatacağım şey, az önce bu yazıyı yazmayı üst paragrafın ortasında bırakıp 3 kat aşağı inmeme sebep olarak anlatılmaya hak kazanan yangın sireni. Bu siren neredeyse her gün çalıyor, ama hiç yangın çıkmadı. Her odada yangın sensörleri bulunduğu için, biri sigara içer ya da herhangi bir sebepten bir duman oluşursa hemen siren devreye giriyor. Ardından binanın avlusunda hepsi birbirinden fıstık, cıvıl cıvıl ingiliz-iskoç kızları bekliyor bizi:

- Bacılar ne yapıyorsunuz, alarm bitti gibi? "We're just socializing!". Yimez miyim? Yirim.

Eklemekte fayda var: girdiğimiz her ev ve ofiste, mutlaka yangın söndürme tüpleri ve "FIRE EXIT" yazılı yönergeler eksik değil. Öyle ki, artık bu araçlar mimari dokunun bir parçası olmuş.

Dikkatimi çeken diğer şey, sokaklar her zaman tertemiz ve özenli. Örneğin çöp kutusu olmayan yerlerde izmarit söndürmek için asılı küçük tenekeler var. Köpek pisliklerini atmak için de özel kutular...

Bizim (ben ve birlikte geldiğimiz arkadaşlar) en çok etkilendiğimiz şeyse, her şeyin kurala ve belirlenmiş süreçlere bağlı olması. Bir işyeri, okul ya da resmi kurumla yapacağınız herhangi bir işlem, çok net olarak belli ve herkes için aynısı uygulanıyor. Okula kayıt sırasında, bir adımı atlayıp sonraki adıma geçince, elimdeki belgede o eksik adımın onayını göremeyen memurun şaşkınlığı izlemeye değerdi. "Allahım nasıl olur?" :) Kesinlikle kuralcı insanlar.


Yemeklere gelince, geldiğimizden beri hep mikrodalga için hazır yemeklerden alıyoruz. Hem mutfak malzemelerimizin azlığı, hem de her öğünü en ucuza kurtarma gereği bizi buna itiyor. Fakat bu hazır yemeklerden gına geldi, tez zamanda düzgün bişeyler hazırlayıp yiyeceğim. Tencerede pişsin de, kuru makarnaya bile razıyım.

Et ve sebze olarak, özel şeylerin dışındaki her şey rahatlıkla bulunuyor diyebilirim. Bu özel şeylerin en başında sucuk, izmir bölgesinin otları ve memleketin peynirleri geliyor. Et Türkiye'ye görece oldukça ucuz, domuz eti olağanüstü ucuz. Sebze de aksine pahalı, e adamların memleketinde patatesten başka bişey yetişmiyor neredeyse.

Şimdilik bu kadar, yakında daha doyurucu konularla buluşmak dileğiyle, esen kalın ;)

Bu arada, fotoğrafları unutmak olmaz:
Albüm 1
Albüm 2

21 Eylül 2007 Cuma

Paths Of Glory / Zafer Yolları (1957)

Yönetmen: Stanley Kubrick

user posted image

1. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile Fransa arasındaki cephede yoğun çatışmalara rağmen 2 yıldır pek fazla ilerleme sağlanamamış, iki tarafta eşitliği bozamamıştır. Bu cephede Fransa tarafının en önünde yer alan 701nci Piyade Alayı geçmişte gösterdiği başarılar nedeniyle oldukça tanınan bir alay olduğu için imkansız gibi görünen, Alman kuvvetlerinin elinde bulunan Ant Tepesini 48 saat içinde alma ve o günün akşamı destek gelene kadar elinde tutma görevini alan talihli alay olur. Film bu tepeyi alma mücadelesini değil, ordu içindeki subay ve asker sınıfları arasındaki uçurumu ve subayların terfi alabilmek için (yani yükselebilmek uğruna) nasıl acımasızca rütbesiz kabul edilen er ve erbaşları kurban etmelerini anlatıyor.

user posted image

86dk süren bu siyah/beyaz film girişinde o anki savaşın kısa bir özetini yaptıktan sonra 701nci alayın bağlı bulunduğu Gen. George Broulard’ın karargah olarak kullandığı lüks ve görkemli sarayda Gn. Paul Mireau tarafından ziyaret edilmesiyle açılıyor ve başlar başlamaz üst rütbeli subayların nasıl rahatlarına düşkün olduklarını ve söz konusu çıkarları olduğunda ne kadar çabuk fikirlerinin değişebileceğini gözler önüne seriyor. Ant Tepesini 48 saat içinde alma görevini ileten Gn.Paul’a, ilk başlarda bu görevin imkansız bir görev olduğunu söyleyen Gn. George, 8000 askerin hayatından sorumlu olduğunu ve askerlerinin onun için itibarından önemli olduğunu anlatırken, Gn.Paul biraz daha üsteleyip, argo tabirle gaz verince, Gen. Paul ‘Savaşçı ruhları kabardığında, bu adamların yapamayacağı hiçbir şey yoktur.’ diyerek aslında kendi itibarını daha da arttırmak için bu görevi kabul eder. Ancak bu görevi başaracak olan kendisi değil 701nci Piyade Alayı’nın askerleridir.

user posted image

701nci Piyade Alayı’na baktığımızda karşımıza çıkan sahne uzun süre savaşmaktan bitkin düşmüş, başarılarıyla ünlenmiş bir birlik ve başlarında da savaş öncesi sivil hayatında ceza avukatlığı mesleğini yerine getiren Alb.Dax (Kirk Douglas) vardrır. Alb. Dax askerleri tarafından sevilir ve saygı duyulur çünkü filmdeki subaylar içinde dürüst ve acımasız olmayan tek subay kendisidir. Alb.Dax’in karakter özelliklerinin bu şekilde olması, sivil hayattan gelmiş olması ve askerlik mesleğine meslek olarak değil, savaş gibi olağanüstü bir zamanda vatani bir görev olarak bakmasından kaynaklanmaktadır. Bunu meslek olarak yerine getiren subaylar, bir zaman sonra otoritenin ve sistemin işleyişine kendilerini kaptırarak karakterlerini de bu ortama göre şekillendirdiklerinden Alb.Dax olağandışı bir şekilde diğer subaylardan ayrılmaktadır. En önemli farkı ise içinde hala merhamet taşımasıdır.

user posted image

Film daha sonra Alb.Dax’ın görev emrini bizzat Gn. George’dan istemeye istemeye, askerlerinin başına başkasının geçmesini istemediği için kabul eder. Zaten bir asker olarak görevi, emirlere kayıtsız şartsız itaat etmektir. Amacı bu imkansız görevi en az asker kaybıyla yerine getirmektir. Hazırlıklar yapılır, zaten ölü doğmuş bir görev olan Ant Tepesi’nin alınması görevi başlar. İlk hücum eden bölüğü bizzat en önde komuta eden Alb.Dax, ilerlemenin ardından gelmesi gereken ikinci bölüğün gelmemesi üzerine tekrar sipere döner. Bölüğün binbaşısı ölmüştür ve siperden çıkan herkes çıkar çıkmaz Alman ateşiyle can vermektedir. Savaşı cephe karargahında dürbünüyle izleyen Gn. George bölüğün siperden çıkamamasına hiddetlenir ve topçu birliğine bu bölüğün bulunduğu yeri vurmalarını emreder. Topçu bölüğünün komutanı, elinde yazılı ve onun tarafından imzalı bir emir olmadan bunu yerine getiremeyeceğini söyler ama Gn. George emri 3 kere tekrar eder. Saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

user posted image

Gn.George bizzat yönettiği görevdeki bu başarısızlığın kendi başarısızlığı olduğunu gizlemek için subayların genelde yaptığını yaparak suçu en düşük rütbelilere atar. Alaydan 100 askerin ‘düşman karşısında korkaklık’ suçuyla yargılanmasını ister. Alb. Dax bu buna karşı çıkar ve yaşanan tartışma ile sayı 3’e iner. Bundan sonraki sahnelerde bölüklerinden kurayla, bilinçli ve kasıtlı olarak seçilen erin, Alb.Dax’ın her türlü çabalarının sonuçsuz kalmasıyla, tarafsız ve adil olmayan bir askeri mahkeme tarafından idama mahkum edilmesi ve askerlerin bunu sorgulamalarıyla geçiyor. Alb. Dax’ın bu tutumundan rahatsız olan Gn.George, açık bir ifadeyle, bu işin ardından onun ipini çekeceğini söyler. Saldırı öncesi bol bol övdüğü AlbDax’ın hoşuna gitmeyen davranışı karşısında tam tersi bir tavır alan Gn.George, yalakalık yapmazsan tutunamazsın kuralını da tekrar göstermiş olur. Dax son bir şans olarak Gn.George’un kendi askerlerinin üzerine topçu ateşi açması emrettiğini Gn. Broulard’a anlatır(bu esnada, savaşta olmalarına rağmen oldukça görkemli bir balo vermektedirler). Bu son çaba da işe yaramaz ve 3 masum er Generalin hatasını örtbas etmek uğrunu, diğer askerlere ders olaması amacıyla kurşuna dizilerek idam edilirler.

user posted image

Ertesi gün Gn.Broulard, Gn.George ile yemek yerken çağırdığı Alb.Dax. içeri girer ve masaya oturur. Bu esnada Gn.George zafere ulaşmak için izlediği yolu çok güzel bir şekilde gözlerimizin önüne serdiği şu cümleyi söyler: “Albay, adamlarınız çok güzel öldü” Gn.Broulard, kendi askerleri üzerine top ateşi emrini verdiği için Gn.George’a hakkında inceleme başlatacağını söyler ve bu esnada söylediği şeyler de yaptıklarıyla çokça çelişir: “Günah keçisi seçildim demek.Tüm bu olaydaki tamamen masum tek kişi benim!” Gn.Broularda odayı terkedince, Alb.Dax’a tüm bunları Gn.George’un yerine geçmek için başından beri plandığını söyleyerek, onun görevini yani generalliği teklif eder. Alb.Dax birden şaşkına döner çünkü Gn.Broulard Dax’ın tüm bunları neden yaptığını anlayamayacak kadar kör ve subaydır. Dax bunu reddettiği gibi, orada generale de hakaret eder ama son sahnelerde gördüğümüz üzere ne tutuklanmış, ne de rütbesi elinden alınmıştır, zaten emir vermekle yetinen generaller yanında bizzat cephenin en önünde savaşan bir komutanı görevden almak mantıklı olmaz.

Filmin son sahnesinde savaştan bıkmış ve harap olmuş Fransız askerlerinin anlamadıkları, melodiden dolayı kulağa duygusal bir şarkı gibi gelen Almanca şarkı karşısında duygulanıp, gerçek yüzlerini yani insan olduklarını bize gösterirler ve yeni bir görev emriyle film sona erer.

Baya uzun yazdım ama yeni terhis olmuş bir yedek subay olarak film çok anlamlı geldi ve bizzat cephede savaşmamış olsam da kendimi Alb.Dax’ın yerine rahatça koyabildim. Film hakkında sorulara ve konuşmalara açığım ve izlemeyen herkese bu filmi tavsiye ediyorum. Az önce de imdb de oyumu kullandım ve 10 verdim, ama birşey dikkatimi çekti: tam 542 kişi filme 1 vermiş. Bu 542 kişinin ne kadar tarafsız olduğu tartışılır.

Son olarak filmin özetini yapmak gerekirse:

Filmde idam edilen 3 ere filmin başında bizzat Gn.George tarafından moral ve gaz verilmiştir ama, o 3 asker onun için piyondan öte bir anlam ifade etmemektedir, o erler zafere giden yolda sadece birer piyondurlar.

Filmin IMDB sayfası
Filmin çekimlerini esnasında çekilmiş fotoğraflar

Not: Filmin ekran görüntüleri Paths Of Glory 1957 Dvdrip Divx5-G Abitbol versiyonuna aittir. (DivX 5.0, 851Kbps, 544 x 400, MP3/110kbps/2Ch.)
Not2: divxplanet.com forumlarındaki 12 Ocak 2006, 03:11:47 tarihli inceleme yazımdır.

20 Eylül 2007 Perşembe

insanoğlu neden savaşır???

tarih 8 haziran 1940. 2.dünya savaşı denizlerde de tüm hızıyla sürmektedir. Bir ingiliz filosu Norveç açıklarından evine dönmektedir. Uçak gemisi Glorious ve iki eskort destroyeri (manevra kabiliyeti yüksek, hızlı fakat silah açısından güçsüz, ufak gemi, ağırlık yaklaşık 1500 ton) Ardent ve Acasta dan oluşan filo farkında olmadan tehlikenin içine doğru girer. Çevrede devriye gezen Alman filosu onları görmüştür. Alman filosu ünlü Scharnhorst ve Gneissenau savaş gemilerinden oluşur. İki gemi de battlecruiser sınıfından hızlı, silahları ve zırhları güçlü modern yüzen kalelerdir. (Her biri yaklaşık 35000 ton ağırlığındadır.)

İngiliz destroyerlerin Alman zırhlılarına karşı yapacak birşeyleri yoktur. İngiliz filosunda onları durdurabilecek tek silah; Glorious'un hangarlarındaki bombardıman uçaklarıdır. Fakat daha çatışmanın başında; Scharnhorst dünya savaş tarihinin; güdümsüz bir mermiyle yapılmış en uzun menzilli isabetli atışını yapar ve Glorious u yaklaşık 26 km den vurur. Daha ilk salvoda Glorious un kaptanı dahil 15 e yakın subayı ölmüş ve uçakların bulundugu hangarın kapakları isabet almıştır. Çatışma daha başlamadan sona ermiştir.

Fakat o sırada beklenmeyen birşey olur : Müttefiklerden umulmadık bir kahramanlık örneğiyle; Ardent ve Acasta destroyerleri dosdoğru Alman zırhlılarına saldırıya geçer. Kazanma şansları yoktur veya elde edecekleri bir avantaj da bulunmamaktadır. Yine de çetin savaşırlar hatta Scharnhorst u 9 kez torpido ile vurmayı başarırlar.

Fakat akşama doğru savaş beklendiği gibi sonuçlanır ve 3 İngiliz gemisi de batmaktadır. 3 gemideki yaklaşık 1500 personelden sadece 10-15 kurtulan olur.

Saat 19:20 de; İngiliz gemileri batmaktayken; Gneissenau nun kaptanı Alman gemilerinde savaş flamalarının yarıya indirilmesini ve kahramanca çarpışan düşmanın tüm güvertede selamlanmasını emreder...

hikaye aslında hafif klişeleşmiş, bilindik bir hikaye. ama gerçek olmak gibi büyük bir avantajı var..:))

işte sorularımı tam bu noktada soruyorum... insanoğlu niye savaşır?? hadi savaştığını anladık, bi kaşık suda boğabileceği düşmanına savaşın sonunda niye saygı duyar?? Yoksa savaş sanatı diyen Sun Tzu tanımlamada haklı mıydı?

Çatışma sırasında güvertede görevli bir askerin heyecanını ve mücadelesini hangisi açıklar?
*Ülkesine bağlılığı mı? * Düşmana nefreti mi? * Evde onu bekleyen ailesi mi? *Hayatta kalabilmek mi? * Yoksa sadece kendi başına diğer nedenlerden bağımsız bir savaş olgusu mu?

15 Eylül 2007 Cumartesi

"It can be Lupus!"

Lupus erythematosus
Systemic lupus erythematosus (SLE or lupus) is a chronic autoimmune disease that is sometimes fatal as the immune system attacks the body’s cells and tissue, resulting in inflammation and tissue damage. SLE can affect any part of the body, but most often harms the heart, joints, skin, lungs, blood vessels, liver, kidneys and nervous system. The course of the disease is unpredictable, with periods of illness (called flares) alternating with remission. Lupus can occur at any age, and is most common in women, particularly of non-European descent.[1] Lupus is treatable symptomatically, mainly with corticosteroids and immunosuppressants, though there is currently no cure.
Source: Wikipedia

Türkçesi: Deri veremi. House M.D. izleyenlerinin yakından tanıdığı ama diğerleri için bir anlam ifade etmeyecek bir tıp terimi.

Süperego / Super-ego

ego ve id'i kontrol eden karakter bolumu. id istegin hemen olmasini ister, ego gerekli sartlarin yerine getirildiginde o istege ulasilacigini belirtir, superego ise hem id'i hem egoyu belli bi sure idare ederek, yapilacak davranisin toplumsal sartlara, ahlak vs vs gibi seylere uygunlugu belirler ona gore hareket saglanir.

The super-ego tends to stand in opposition to the desires of the id because of their conflicting objectives, and is aggressive towards the ego. The super-ego acts as the conscience, maintaining our sense of morality and the prohibition of taboos.

kaynak/source: wikipedia

Dürüstlüğün ne kadarı?

İnsan çok enteresan bir yaratık, çoğu zaman ne istediğinin farkında olduğun düşünür ama aslında elinde pek fazla birşey yoktur, kendini düşünmek istediği gibi düşünmeye şartlar ve sonuçta ne düşünmesi gerektiğinin, neyin uygun olduğunun ayırdına varamayacak kadar kafası karışır, tıpkı bu cümlenin ne nlatmak istediğinin bilen ama aslında fikir karmaşıklığının yansıması olmaktan öteye gidememesi gibi...

Bu ilginç, enteresan giriş cümlesinin ardından konumuza gelelim: yalan mı dürüstlük mü? İnsan evladı kendisine yalan söylenmesinden nefret eder ama her başı sıkıştığında ya da oluşacak zararı asgariye çekebilmek için bol bol yalan söyler. Kendi adıma kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma düsturunu benimsediğim için yalan söylemem, eğer çok zararlı birşey söyleyeceksem, sessiz kalmayı tercih ederim ki yakın çevrem artık bu duruşumu doğru şekilde çevirme yetisine sahiptir. Peki ya beni tam olarak tanımayan insanlar ne düşünür? Pek çok farklı şey olabilir: itici, gıcık, soğuk, suratsız, terbiyesiz vs. Bunda algıda seçicilik, gerçekleri kabul edebilecek olgunluğa erişememe, yalan dünyasında yaşmanın verdiği alıkanlık hisleri, keyfini bozacak her türlü şeyin inkarı gibi nedenler olabilir. Erkek-kadın ilişkisine dair yazım geçekleri yansıtsa da bunu kabullenmeye hazır olmayan bayanlar kimbilir neler neler düşündüler. Dürüstlüğün meziyet olması gerekirken kambur olduğu bu dünyada dürüstlüğ kaldıramayacak kimsenin dürüstlük beklemeye hakkının olmadığını düşünüyorum. Benim dürüstlüğüm insanoğluna fazla gelyor bile diyebilirim, megaloman deyin ne derseniz deyin, umurumda değil. Dürüstlüğü kaldıramayan insan yalan arkadaşlıkları, yalan dünyasını hakediyordur ve bu kşiler zaten benim yakın/samimi arkadaşlığımdan memnum olamazlar. Olay müslümanım diye geçinen ama özünde yaptıklarıyla benim yarım kadar doğru olmayan insanların bana caka satmasına benziyor.

Ve sonuç bölümü... Bundan sonra ince ve derin konulara girmiyorum, insanlar bu konuları tarışmaya hazır değiller, biz arkadaş grubu içinde bu konuları tartışrız, zaten yorum yapanların hepsi de tanıdığım insanlar. Bu yazıdan itibaren daha önceki blogumu kapatma nedenimle aynı nedenlerden ötürü sinema ağırlıklı olarak suya sabuna dokunmayan yazılar yazacağım.

8 Eylül 2007 Cumartesi

Karşı cinsle çok samimi arkadaş olunabilir mi?

Sakat bir konu ama eski sevgiliden kesinlikle arkadaş olmayacağını düşündüğüm gibi çekici bir hatunla da 'sadece' iyi bir arkadaş kalmak istemeyeceğimi de düşünüyroum. Dürüst bir şekilde düşüncelerinizi yazmaya hazırsız buyrun yorumlarınızı alalım, benim saklayacak birşeyim yok ama seviyeyi düşürmediğiniz sürece takma isim kullanabilirsiniz.

Sinefilimsi biri olarak düşüncemi destekleyen bir film alıntısı da ekleyivereyim:
Harry Burns: You realize of course that we could never be friends.
Sally Albright: Why not?
Harry Burns: What I'm saying is - and this is not a come-on in any way, shape or form - is that men and women can't be friends because the sex part always gets in the way.
Sally Albright: That's not true. I have a number of men friends and there is no sex involved.
Harry Burns: No you don't.
Sally Albright: Yes I do.
Harry Burns: No you don't.
Sally Albright: Yes I do.
Harry Burns: You only think you do.
Sally Albright: You say I'm having sex with these men without my knowledge?
Harry Burns: No, what I'm saying is they all WANT to have sex with you.
Sally Albright: They do not.
Harry Burns: Do too.
Sally Albright: They do not.
Harry Burns: Do too.
Sally Albright: How do you know?
Harry Burns: Because no man can be friends with a woman that he finds attractive. He always wants to have sex with her.
Sally Albright: So, you're saying that a man can be friends with a woman he finds unattractive?
Harry Burns: No. You pretty much want to nail 'em too.
Sally Albright: What if THEY don't want to have sex with YOU?
Harry Burns: Doesn't matter because the sex thing is already out there so the friendship is ultimately doomed and that is the end of the story.
Sally Albright: Well, I guess we're not going to be friends then.
Harry Burns: I guess not.
Sally Albright: That's too bad. You were the only person I knew in New York.

NOT: İngilizce bilmiyorsanız Türkçe çevrisi yorumlar kısmında mevcut.

Ne ararsın Tanrı ile aramda

Çok bilinir ama günümüz Türkiye'sinde bol bol hatırlatmak gerekir...
Ne ararsın Tanrı ile aramda ?
Sen kimsin ki; orucumu sorarsın ?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
Baş açığa niye türban sorarsın?

Rakı, şarap içiyorsam sanane ?
Yoksa sana bi zararım, içerim.
İkimizde gelse, kıldan köprüye,
Ben dürüstsem, sarhoşken de geçerim .

Esir iken mümkünmüdür ibadet ?
Yakıp, kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininde soğuyacak bu millet .

İşgaldeki hali sakın unutma !
Atatürk'e dil uzatma şerefsiz !..
Sen, anandan yine doğardın ama,
Baban kimdi ?
Bilemezdin şüphesiz ..

Veysel der ki: bir Neyzen Tevfik eseridir.

5 Eylül 2007 Çarşamba

1: Neden hatunlar makyaj yapar?

Günlük sporumun ardından aldığım rutin soğuk duş esnasında aklıma geliverdi bu fikir: Neden sorularıyla başlayan ve sözü yorumculara bırakan yazılar. Soğuk su insanı düşünmeye sevkediyor galiba :)

Evet sorumuzu soralım ve cevaplarınızı alalım:
Neden hatunlar makyaj yapar?

Anna Kournikova

4 Eylül 2007 Salı

Black Metal'den nağmeler

Bugün üniversite yıllarımda hastası olduğum Samael'in Passage albümü ve üniversite sınavına hazırlanırken molalarda dinlediğim Kovenant'ın Amimatronic albümlerini indirdim ve gene büyük bir zevkle dinledim. ikisi de black metal ve ikisi de iskandinav grup, adamlar bu işte gayet iyi. Kovenant'ın özelliği Norveç'in en büyük müzik ödülünü sık sık alması, yani orada bizim popçular kadar favoriler.

Bunların yanında dün Franz Ferdinand dinlemeye başladım ki gerçekten çok güzel bir albüm yapmışlar, döngüde bol bol dineldim bugün hatta başka birşey dinlemedim diyeyim. Indie rock olan bu türün bir diğer temsilcisi de Arctic Monkeys. Bunların yanında Radiohead ve solo albümüyle Tom Yorke, trance müzik, bitpop, triphop derken çok alakasız çok farklı türde müzik dinlediğimin farkına vardım. Kendini belli bir şeyle sınırlandırmamak güzel bir özellik olsa gerek, herkese tavsiye edilir.

An itibariyle tek yazan benim ama zamanla arkadaşlar da yazacak ve kendim çalar kendim oynarım olayından kurtulacağım, yani umarım :)

2 Eylül 2007 Pazar

Mc Donalds'ın ilk reklam filmi

Kıl olduğum yemek firmalarından McDonalds'ın ilk reklamı nasıl olmuş da insnaları restoranlarına çekebilmiş anlamak güç. Yeni maskotları da zaten bana oldum olası IT filmindeki şeytani palyaçoyu andırır.

1 Eylül 2007 Cumartesi

Pantolon mu aksesuar mı?

Şu hiphopçılar enteresan insanlar, düşen pantolon tarz oluyor tamam anladık ama pantolonu neden giyiyorsunuz o zaman :)

kaynak: http://www.redbluenation.net/

Fight Club: David Fincher için tepe noktası

# Zodiac (2007) - Mükemmel olmasa da akıcı bir anlatım (Top250:#218)
# Panic Room (2002) - Kendisi gibi klastrofobik bir film
# Fight Club (1999) - Muhteşem
# The Game (1997) - Sonuna kadar meralandırmayı başaran bir gerilim
# Se7en (1995) - Bir başka muhteşem David Fincher filmi (top250: #38)
# Alien³ (1992) - Belki de en karanlık Alien olacakmış ama stüdyo içine etmiş.

1999 yapımı film yönetmen için eminim ki aşılması güç bir sinemasal başarı olacak çünkü şimdiden sinema başyapıtları arasında gösterilen görsel ve içerik yönünden mükemmel bir yapım. Bu haftaya kadar sadece bir kere izlemişim sanırım, ikinci bir izlemeyi hatırlayamadım. Çarşamba gecesi Sinan ile izleyince o ilk izlemenin ardından bıraktığı tadı tekrar hissettim, ilk izleyişte atladığım noktalarda iyice açık hale geldi. Dün gece de canan ile uzaktan eş-zamanlı izleme gerçekleştirdik, farklı bir konsept oldu, sonlarında uykuya dayamayıp uyuma moduna geçsem de, 2 izleme sırasında kaçırdığım kimi noktaları da görme fırsatını edinmiş oldum. Mesela testis kanserinin ilk seansında Tyler Durden'ı bir anlık seansı yöneten amcanın omuzuna elini koymuş sırıtır vaziyette görüveriyoruz. Evde sinema filmi izlemenin güzel yanı da bu olsa gerek. Anarşist bakış açılı filmin bitiminde de filmde aile filmlerinin arasına yerleştirildiği söylenen pornografik kareyi gene görüveriyoruz, kocaman bir penis. Film verdiği mesaj, anlatım şekli ve orijinal senaryosu (romandan uyarlama) ile gerçekten de sinema tarihine geçmeyi hakediyor.Oyunculuklar da ayrıca takdire şayan.

IMDB TOP 250 : #28

Tyler Durden: I want you to do me a favor.
Narrator: Yeah, sure...
Tyler Durden: I want you to hit me as hard as you can.
Narrator: What?... in the face?
Tyler Durden: Surprise me.
Narrator: This is so fucking stupid.