26 Aralık 2007 Çarşamba

16 Aralık 2007 Pazar

İnce bir söz...

Profesör Erol Manisalı, AB'nin Türkiye'yi üyeliğe almayacağını Günter Verheugen'in yıllar önce dile getirdiğini ama anlaşılmadığını kaydetti. Şöyle demiş Verheugen:
"Biz Türkiye'nin AB'ye alınmayacağını akıllı insanların anlayacağı bir biçimde söylüyoruz."
Bizimkiler anlamadı mı? Yok canım... Ama öyle görünmek bazılarının işine geldi. AKP, AB'ye üyelik başvurusu yaparak modern ve demokrat göründü... Karşı devrimi gizledi. AKP şakşakçıları da "AB'ye başvuran parti şeriatçı olabilir mi?" diye halkı uyuttular. Üç yıllık tiyatro bitti...

Melih Aşık, Milliyet, 16.12.2007

8 Aralık 2007 Cumartesi

Kıbrıs Şehitleri, sağdan ilk Altın Kapı

Jonathan eşiyle ev telefonundan konuşmak için kaldığından ki onun gitmek istediği mekandı, mekana benim rehberliğimde 4 Amerikalı ile gittim, sonradan + 2 kişi daha katıldı. Siparişleri verirken yemek konusunda pek fazla İnglizce bilmediğimden ciddi anlamda zorlandım :) Ezo gelin çorbası nasıl denir mesala, mercimek ve domatesi biliyorlar ama ezo gelin tamamen farklı bir hikaye. Neyse domates çorbası isteyenlere sipariş aldıktan sonra sadece ezo gelin kalmış demek hoş olmadı, iki kişi denedi. Birisinin yorumu "çok fena değil" oldu, yani çok da beğenmedi :) Bir afrikan-amerikan (böyle denmesini tercih ediyorlarmış) lahmacun istediğini düşündü ama küçücük bir fındık lahmacun ile karşılaştı, benim piliç şişten o da sipariş verdi sonradan. Mekanın fiyatları onlar için bile fazla geldi ama adamlar bildiğimiz yerden şaşmayalım diye boşuna demediklerini (Kırçiçeği istedi çoğunluk ama oranın yağlı tavuk şişini pek sevdiğim söylenmez) mekan gösterdi ki onlar için kayıp çünkü bir daha oraya gitmek istemeyeceklerine eminim. Sorunlar:
1- Önce domates çorbasının siparişini alıyorsun, 5 dakika sonra kalmamış diyorsun ki çorba gibi çok basit bir şeyde bu çok göze battı.
2- ikram olarak gelmesi gereken peynir, tereyağ ve pide için hesaba "5 KUVAR 6.50 YTL" yazmışlar. Garsonu çağırıp ne olduğunu sordum pide cevabını alınca, biz bunu sipariş etmedik, ikramınız olması gerekmiyor muydu diye sorunca da tamam onu almayalım sizden dedi garson. En kıl olduğum hareket ve bir daha oraya uğramamam için yeterli neden.
3- Servis aldılar. 108.40 olarak gelen toplam hesap için 9.50 idi sanırım. Dolayısıyla kimseye bahşiş bıraktırmadım, ne de olsa peşin aldılar.
4-EKO'da yaptıkları gibi hesapları ayrı arı ödeyeceğimizi belirtmeme rağmen ve garson kafa sallamış olmasına rağmen, tek bir hesap getirdiler ve 5 dk kadar hesapları bölüştürmek için jonathan ile uğraştık, zorda olsa parayı 50 kuruş fazla olarak denkleştirdik.

Fiyatlar nasıldı:
- Karışık ızgara 16.50
- Piliç şiş 9.00
- Izgara tavuk+ çorba + 33lük su = 11.50
- Pastırmalı pide sanırım 9.00
- Ayran 2.50
- şişe kola 3.00
- 33 lük efes 4.00 (çorba+bira enteresan tercih:))


Sonuç: denedim ve bir daha gitmem :) Tercihim hala ikramdan para almayan, bahşişi sana bırakan İletişim'den az ötede soldaki Manisa Kebapçısı.

Bulgular:
- her şeyle beraber bira içebiliyorlar
- yoğurt çok sevmiyorlar, ayranı ise hiç sevmiyorlar, yorumları "çok fena"
- 9 bira içip hala ayakta kalabliyorlar, gerçi birisi sarhoş, bir diğeri ise çakır keyif ("stoned" diyorlar bu durum için) idi.
- Yabancılar türk mutfağı = döner+baklava sanıyorlar ki bu durum üzücü. Ev yemeği yenilebilecek bir yer bulmam lazım acilen, bilen önce çıksın.
- Çoğunluk Gül sokağın çevresinde oturuyor. Dwayne'in evi Barçın'ın üstünde, fotoğraf çekmek için gayet uygun körfez manzaralı çatı katı, Ordu evinin arkasında.
- Benim ikinci ev olacak Jonathan'ın evi pzt tutulacak(Dwayne'den kıbrıs şehitlerine doğru 4 apartman ileride), ve benim maaşımla aynı miktarda kira verecek. Ben az alıyorum ve/veya evler çok pahalı bilemiyorum, ileride değişecek bu durum, umarım...

23 Kasım 2007 Cuma

yeniden koşmak...rahatlatıcı bir duygu :)

Bugün yeni bir spor programına başladım ki yeniden spor yapmaya başlamak beni her ne kadar yorsa da huzur verdiği için bırakmamam gereken birşey. Yeni programımız şöyle:
  1. 10X3 sırtüstü yatarak bacağı karna çekme ve dizi kırmadan aşağı indirme ve tekrar karna çekme. Bu esnada beli yerden kaldırmıyorsunuz ki bu nokta önemli. Bu ayki Men's Health Journal'ı alın resimli olarak anlatılıyor. Bu hareket 2 ay yapılacak ki olimpiyat sporcularının antremanı için altyapı çalışması. Bu hafta barfiks demirim de gelecek ve yaza baklalı bir karın inadımda ciddi olduğumu görecek dünya alem :) Mekiği bıraktım çünkü hazırlığını yaptığım hareket mekiğin çok ötesinde gelişme sağlayacak. MHJ alın öğrenin ;)
  2. Çok yeni bir şey değil bu, 12x4 şınav. set araları 30sn dinlenme var. Burada sayı 20'ye kadar artacak zamanla, daha sonra da set sayısını arttıracağım.
  3. Herkese en zor gelecek kısım ki benim en çok sevdiğim kısım aynı zamanda: Her zamanki eğimli İzkent-Evka-1 parkurumda 3km'lik koşu. Hayatta yapmaktan çok zevk aldığım bir şeyi daha bulmuş oldum bu sene. Soğukta mevcut mesafe bile baya yorucu oluyor, havalar ısınınca mesafe +6km'ye çıkacak. Evden Karşıyaka olayını gerçekleştireceğim :)
Yoruldum bir film izleyip yatacağım, yarın tüm gün Jonathan'a ev bakmakla geçeceği için yorulacağız, biraz dinlenelim. Herkese bol sporlu günler ;)

19 Kasım 2007 Pazartesi

hayırlı olsun Deniz ;)

Bu arada yazarlarımızdan Deniz bugün REAL'de Medya-elektronik Kategorisi satın alma uzmanı olarak kariyerinde yeni bir sayfa açtı, hayırlı olsun diyoruz, umarım uzun soluklu bir yükseliş sürecinin sağlam bir ilk adımı olur senin için.

İstanbul'a gidince kalabileceğimiz bir evimiz daha oldu ama gidemiyoruz orası ayrı :)

çizgi mi yoksa algılarımızın oyununun bir yanılsaması mı?

Bu aralar pek yazmak gelmiyor içimden ama Görkem'in yazısının üstüne aklıma gelip de üşengeçlikten bir türlü yazıya dökmediğim bir iki düşüncemi somutlaştırayım. Önceki blogumda da aslında buna benzer şeyler yazıp çizdim ama özetlemek gerekirse ben diyorum ki: aslında hayattaki herşey bizim algılarımızın oluşturduğu bizim dışımızdaki şeylerim bizim yorumumuza göre şekillenmiş bir yanılsamasındar ibarettir. Cümleyi ne kadar uzatırsanız o kadar karışık görünüyor o yüzden çok sevdiğim örnek olan ilişkiler üzerine düşünceyi açayım. Karşı cinse karşı olarak ilginiz genelde en yakın arkadaşlarınızdan bile farklı olur, çok beğendiğiniz karşı cins, hemcinslerinizce pek de çekici bulunmaz, size göre ise mükemmele yakın bir insan vardır karşınızda. Bu düşünceyi ne kadar çok düşünürseniz o kadar çok bağlanırsınız ve o kişi sizin için o kadar üstün bir niteliğe büyünür, işin dozajı kaçarsa tutkunun boyutu da kaçar, hayatınız onun erafında döner. Gün gelir de ilişki biterse bu çizginin bir anda diğer tarafında bulursunuz kendinizi ve belki de bir süre bünye olarak yamursunuz, toparlanmanız uzun sürebilir ama er ya da geç toparlanırsınız çünkü algılarınız da bu yeni duruma uyum sağlamaya başlar ve önce durum bu sefer size de garip gelir, nasıl oldu da bu insanı bu kadar gözünüzde büyüttüğünüzü düşünürsünüz, o da kalabalığın bir bireyidir ve pek değil, hiç mükemmel değildir, hatta daha önceden hiç dikkatinizi çekmeyen bir sürü kötü yanını görmeye başlar ve kendi kendinize şaşarsınız nasıl oldu da onu bu kadar mükemmelleştirdiniz.

Tıpta kullanılan ağrı giderme yöntemleri ile de benzeşir bu durum, belki de insan beynin normal işleme sürecidir. Ağrıyı aslında tedavi edemez tıp sadece onu hafifletme veya bir başka şeyle perdeleme yoluna gidilir, sinir sistemimizin dikkati bir nevi başka yere çekilir ve acı hissedilmemeye başlar.

Peki bu durumda ne yapabiliriz? Pek birşey değil :) O anın geçicici olduğunu bilmek ve anın tadını çıkarmak tüketimci bir birey olmak anlamına gelse de kendini fazla kaptırmadan yapmak istediğini o anda yapmak belki de seçilmesi gereken yöntemdir, bilmiyorum...

15 Kasım 2007 Perşembe

Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki ince çizgi

Uykusuzluğun 40. saatinde, tatlı bir sarhoşluk ve yarına yetişecek makalenin getirdiği çöküntünün küflü tadıyla, karnımdan bazı sesler geldi.

Önce şuraya gidiniz efendim:
http://oddchick.com/albumfunnypics/slides/LetterofThanks.jpg

Durağan koşullar ne olursa olsun, ruh halimizin ve hayattan aldığımız keyfin özeti, sadece koşullarımızdaki sıradışı değişiklikler.

mutluluk = dk/dt { k=koşullar }

Yani diyor ki, bir insan yavrusu bugün piyangoya konsa (1 trilyon lira, ya da yeni bir sevgili olabilir bu piyango) mutluluğu tez zamanda yine normal 'nötr' düzeyine ulaşır, ta ki elindekini kaybedene dek. Elindekini kaybedince de, ilk etapta çok fena yıkılsa da zamanla yine 'nötr' düzeye erişir.

Ses, koku, tat duyularımız da böyle değil mi? Bir odada uzun süre kaldığınızda, artık o odadaki durağan koku sizin için belirginliğini yitirir. Sürekli aynı yemeği kaşıklarsanız, ilk lokmalardan sonra tadı giderek nötrleşmeye başlar. Bu yüzden turşu bu kadar popüler değil midir?

Çalan parça: Al Jarreau - Take Five (balkaymak)

11 Kasım 2007 Pazar

Resimleri "AB istemiyor" diye... Heykelleri "Kendisine benzemiyor" diye...
Kurduğu cumhuriyet "Eskidi, ikincisini kuracağız" diye...
Yatırımları "Özelleştireceğiz" diye...
Çizdiği sınırlar "Büyük Ortadoğu Projesi'ne uymuyor" diye...
İlkeleri "Demokratikleşiyoruz" diye...
Devrimleri "Millete dönüyoruz" diye...
Kaldırılılmak istenirken, yüce önderimizi bize bıraktığı mirasa sahip çıkamamanın utancıyla andık...
(Akif Kökçe)

8 Kasım 2007 Perşembe

emperyalist düşünce şekli...

Cumhuriyet'in ilanından sonra, İstanbul'da bir resepsiyon verilir.
Tüm Dünya Ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir.

Davet güzel bir şekilde devam etmektedir, fakat İngiliz ataşesi olan Binbaşının bakışları Atatürk‘ün gözünden kaçmaz.
Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir.

Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.
Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:
Paşam; kendisine size karşı neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.

Bunun üzerine Atatürk şöyle der:
- Git sor bakalım basının Çanakkale'de ne işi varmış?...

6 Kasım 2007 Salı

Para ne zor toplanıyor, ne kolay harcanıyor...

Habertürk'ün 70 milyon yurttaşın katıldığı Mehmetçik kampanyasında toplanan para 80 trilyon...
Öte yandan Çankaya Köşkü'nün Hayrünnisa Gül'ün istediği şekilde tadil edilmesi için bütçeye konan para 30 trilyon... Başbakan'a alınacak uçak 50 trilyon...
Ediyor toplam 80 trilyon...
Para ne zor toplanıyor, ne kolay harcanıyor...
Öyle değil mi?

Melih Aşık, 07.11.2007, Milliyet

4 Kasım 2007 Pazar

8mm kameralar

En az bir sinema tutkunu olduğunu biliyorum bunu okuyacaklar arasında, öyleyse kısa da olsa yazayım gitsin!

Serkan'la laf çalarken, şu adreste oldukça eğlenceli vakit geçirdik:

http://www.kolumbus.fi/puistot/collect.htm

Bazılarında motorlu zoom bile var, çok teknolojikler yani. Şimdiye kadar Serkan'ı anlamazdım o kamerayı neden tutuyor elinde diye, ama şimdi anlıyorum. Bu aletlerin garip bir albenisi var.

3 Kasım 2007 Cumartesi

Ortak blog?

Şuana kadarki 48 yazının +40 tanesi benim olduğunu görünce düşünmeden edemiyorum, ortak blog mu yapıyoruz biz şimdi? Eski blog'umdan tek farkı kişisel içerikli yazılara sahip olmayan gene kendi blog'um ama isim farklı, adres farklı. Yazarlarımız bu konuda ne düşünüyorlar acaba, yoksa ben çok yazıyorum da bana mı yetişemiyorlar ama haftada bir yazı yazsalar bile belli bir yazı sayısına ulaşırdık sanırım...

Sanal alışveriş: ereyon

Doğum günümde kendime bir güzellik yapıp dizüstü bilgisayar aldım :) Ayşegülün klimasının kalan taksitlerini peşin ödeyip Axess'e nefes aldırdıktan sonra siparişimi verdim. Pazartesi gününden itibaren peşin sıra dolaştırabileceğim bir bilgisayarım olacak :D

Bu sabah EREYON'dan sipariş verdim, pzt ya da salı günü elimde geçer sanırım.
Neden burayı tercih ettim:
1) Sonuçta online alışveriş yapıyoruz, sorun çıkarsa İstanbul ile uğraşmak yerine doğrudan İzmir ile muhattap olacağım.
2) Fiyatları bu hizeti verenler arasında en iyilerinden biri, peşin fiyatına taksit sayısı azmış gibi görünsede Axess'e 12 taksitte gene de Hızlıal'ın peşin fiyatından (896YTL, RAM'ler Kingston) daha ucuza geldi.

Sistemlerinde bir sorun var yalnız, alışveriş sepetiniz pek saklanmıyor ve uçuyor, bir bakıyorsunuz sepet boş.
Bu alışveriş sonrasındaki deneyimime göre bu siteyi ya tanıdıklara tavsiye edeceğim ya da uzak durmalarını söyleyeceğim ki aynı günde siparişi kargoya vererek takdirimi kazandılar.

Neleri ne kadara aldım:
  • 2 X Veritech 1 Gb, 667 Mhz, Sodımm: 2 X 30,01 X 1.18 = 70,83 YTL
  • 1 X Msi M670 Amd Athlon 64 X2 Dual Core TK-53 : 1 X 663,45 X 1.18 = 782,88 YTL
  • kargo: 3,99 YTL
  • Toplam: 893,44 YTL (Akbank Axess, 12 taksit, faiz oranı baya düşük) Peşin fiyatı 850-860 arası birşeydi.
Süreç:
  1. sipariş verildi: 03.11.2007 Cmt 07:50
  2. Akbank'tan arayıp ödemeyi onayladılar: 03.11.2007 Cmt 12:00
  3. sipariş durumu kargoya verildi oldu: 03.11.2007 Cmt 15:00
  4. UPS'den kargo iletiminin 05.11.2007 Pzt'ye planlandığına dair bilgilendirme iletisi geldi.
Hepsiburda'da benzer şekildeki sipariş: 940 YTL'ye maloluyor. Peşin alırsanız dahi ereyon daha iyi fiyat sunuyor; sadece dizüstünün peşin fiyatı hepsiburda'dan 50 YTL daha ucuz. İzmir'de oturan birinin aradığı ürünü burada bulması durumunda İstanbul merkezli firmalardan alışveriş yapması çok da mantıklı değil bana göre. Ben bundan sonra ereyon'dan alışveriş yapmaya devam edeceğim; Kargodan alakasız birşey çıkarsa haberdar ederim gene :)

1 Kasım 2007 Perşembe

Melih Aşık'tan Erdal İnönü'ye dair anılar

Erdal Bey'e, hiç sıcak bakmadığı siyasete yıllar sonra neden girdiğini sorarlar. Yanıt müthiştir:
- Ülkemi benden daha kötüleri yönetmesin diye!
------------
Hikmet Çetin anlattı... Erdal İnönü'ye hakaret eden bir partilinin ihracı konuşulmaktadır.. Yardımcıları partilinin ihracında ısrar ederler... Erdal İnönü ise karara karşı çıkmaktadır... Sonunda dayanamaz, tartışmayı şu sözlerle bitirir:
- Adam size küfretmemiş ki, bana etmiş... Size ne oluyor?
------------
Erdal Bey fanatik bir sigara düşmanıdır, Parti Meclisi toplantılarında duman altı olmaktan fena halde rahatsızdır. Bir Parti Meclisi toplantısında ilk sözü:
- Bundan böyle bu toplantılarımızda sigara içilmeyecek,
olunca arka sıralardan bir üye:
- Bu kararınızı oylamaya sunsak efendim, diye itiraz etmeye kalkışır. İnönü'nün cevabı:
- Antidemokratik isteklerde oylama olmaz!
------------
Seçim otobüsüyle bir yere gidiliyor. Otobüsün kornası aniden bozulmuş, ötüp duruyor. Şoför otobüsü sağa çekip durdurmuş, arızayı gidermeye çalışıyor ama nafile. Yolculardan birinin şoföre:
- Kablosunu kopar, diye akıl verdiğini duyan İnönü itiraz ediyor:
- Durun yav, koparmayın. Bir derdi var ki inliyor. Meselenin köküne inelim...

30 Ekim 2007 Salı

Faşist kamuoyunun yükselişi

Milliyetçilik görüntüsü altında faşizmin yeniden yükselişe geçmesi değildir de nedir bugünkü yaşadıklarımız? Avrupa'daki Türkler bayrağı türk bayrağı olmayan ülkelerde Türk bayrakları asarken aferin diyenler, burada birisi Irak bayrağı assa ne derler tahmin etmek pek de zor değildir. 84'ten bu yana Kürt sorununu ordu ile çözmekten başka birşey yapmamış devlet, anadoluya ne vermiştir ki Anadolu halkından ne desteği beklemektedir

Toprak reformu yapabilmiş midir, insanlarını sefaletten kurtarabilmiş midir, nasıl bir aydınlanma eğitimi vermiştir, sağlık hizmeti götürebilmiş midir, yol, su, elektrik ne kadar köye ulaşmıştır, insanlara kendi dillerini kullanma özgürlüğü verebilmiş midir? Batı Trakya'da Türklerin kültürlerini yaşamalarını engelliyorlar diye saydıranlar Kürtlere de aynısını yapmıyorlar mı? Soruların sonu yok ama bunların cevapları da çok açıkken faşist, kaypak kamuoyunun aklı fikri silahla mücadele, kimse bu sorunun köküne inme gayreti içinde değil.

Anadolu insanı başkaldırmıyor da neden Kürtler böyle yapıyor diyenler ise gene demogoji yapmaktan öte gitmiyorlar. Anadolu insanında hemen hemen herkesin iyi kötü toprağı var, insanca yaşayamayanların sayısı her ne kadar çoksa da en azından kendi karınlarını doyurabiliyorlar. Ağlamayana meme vermiyorlar bu devirde...

Ne zaman adam oluruz? Zor ama, günün birinde gerçekten önyargısız olarak kendi başımıza düşünebildiğimizde...

28 Ekim 2007 Pazar

Acımadan 50GB film silmek...

Hasta olup (burun akıntısı ve buna bağlı burun kanaması, öksürük, boğaz ağrısı) 2 gün boyunca yatakta kalınca el mahkum sık sık film izledim, bu kadar filmin izlenmesi ondan, yoksa üniversitedeki günlerime geri dönüyor değilim :) Ama bu arada birşeyi farkettim, sırf arşiv yapıyor olmak için izlemeyeceğin filmleri indirmek ya da izleyip de çok sıradan olduğunu düşündüğün filmleri saklamak yani başkalarını düşünmek çok gereksiz. Arşivi kendin için mi yoksa başkaları için mi yapıyorsun? Neyse , bunu düşündükten sonra ani bir kararla, izlenmeye ve arşivlenmeye değmeyecek filmleri şift deleyt ile acımadan sildim ve toplam 50 GB yer kazancım olmuş oldu. Bundan sonra da film indirirken dikkat edeceğim. Herkes kendi filmini kendi indirsin diyerek de bencil bir duruş segileyerek yazıyı bitireyim :P

Gloria Jean’s Coffees

kaynak: http://www.yuzde52.org/hg_terziler.php

alıntıdır:
Gloria Jean’s Coffees dünyanın en büyük kahve zincirlerinden biri. İlk mağazasını açtığı 1996’dan bu yana mağaza sayısı 24 ülkede 700’e ulaştı. 25’i İstanbul’da olmak üzere 40 mağazayla Türkiye bu ülkeler arasında ikinci sırada geliyor. Gloria Jean’s günlüğü yarım dolara çalıştırılan işçilerin topladığı kahvenin kilosunu 22 sentten alıp 200 dolara satarak bir uluslararası kapitalizm mucizesi yaratmakla kalmıyor, ilginç oturma tarzlı mağaza tasarımlarıyla da İstanbul sokaklarına, tükeniş kültürünün kaba teşhirini yapıyorlar.

Hemen hemen her büyük caddede size doğru oturmuş, hatta “yayılmış” kahve içen insanların fütursuzluğuna karşı biz de boş durmadık. Gloria Jean’s’in “misafir”leri fincanına 6 milyon verip yayıla yayıla kahvesini içerken biz de dışarıdan nasıl göründüklerini kendilerine göstermek için iki boy aynasıyla İstiklal Caddesi’ndeki iki Gloria Jean’s’in karşısına dikilerek bir eylem yaptık. Bu arada “misafir”lerine çok kibar davranan garsonlar, bize karşı pek kibar sayılmazlardı. Ama içeride oturanların (önce şaşkınlıkla, sonra kızgınlıkla, sonra umursamayarak) “kendilerine” bakmalarına engel olamadılar. Oradan geçenler önce cama yaklaşıp ne tuttuğumuza odaklandı, sonra aynalardan cesaret alarak doya doya Gloria Jean’s’e baktı.

Yavaş yavaş birçok dükkana yayılan Gloria Jean’s oturma tarzında insanlar kendilerini vitrine çıkarıyor; belki eşzamanlı bir bakma ve bakılma hazzını yaşamaya çalışıyor. Onları kendilerine bakmaya zorlamamızdan niçin rahatsız oldular anlamadık. Sonuçta karşılaştıkları şey kendi görüntüleriydi. Böylece kibirli teşhirci Gloria Jean’s tarzı, ufak da olsa temel bir yara almış oldu. Bu arada hatırlatalım: Bu eylemi herkes bir cep aynasıyla da yapabilir! Madem görülmek istiyorlar, nasıl göründüklerini de bilsinler!

kaynak: http://www.yuzde52.org/hg_terziler.php

Mr.Brooks (2007)

Çok sıradan görünüşlü, gayet iyi durumda olan insanlarların da çok beklenmedik sırlara sahip olabileceklerini anlatan başarılı bir seri katil filmi. Çok ahım şahım değil ama izleyiciyi ekrana bağlamayı çok güzel başarabiliyor. Bu film aslında çok yazabilecek kadar malzeme barındırıyor ama bugün pek de yazasım yok, o yüzden kısa tutacağım.

İnsan Dünya üzerinde yaşayan en enteresan ve karmaşık canlı olduğunu çeşitli yöntemlerle sık sık gözler önüne sürüyor. Bu filmde öldürme dürtüsü ve bunun bağımlılık haline gelmesi ve acaba ailden mi geliyor yani genetik bir olay mı olduğunu izliyor ve düşünüyoruz. Çift kişiliğin etkisi altında olan Bay Brooks (Kevin Costner) 2 yıl ara verdiği dürtüsüne sonunda karşı koyamaz ve alışkanlığına geri döner; bunda diğer kişiliğinin yoğun baskısı da etkilidir. Bay Brooks oldukça uzun süredir bu hobiye sahip olduğu için işinde çok iyidir, her adımını çok dikkatli atar ve geride iz bırakmaz. Bir hatası ona pahalı malolacakmış gibi görünür ama zekasıyla izleyiciyi şaşırtmayı başarır. Filmin son kısmında çok şok edici bir sahne var ama... bu kısım sansürlü ki izleyecekseniz zevkinizi kaçırmayayım :)

İnsan nedir, normal nedir, dürtülerimizin ne kadarını dinlemeliyiz, her insanın sakladığı birşeyler mutlaka var mıdır, gibi sürüyle soru sormamızı sağlayabilecek bir gerilim filmi. Ben izlerken zevk aldım, tavsiye ederim ;)

Benim notum: 7.5 /10 (DVDrip/HLS/ed2k)

American Gangster (2007)


Ridley Scott yapmis gene yapacagini. PUKKA sagolsun 2 Kasimda ABD'de vizyona girecek filmi izleme sansina eristim ki Turkiye'de Ocak'ta vizyona girecek. Filme geri donersek sifirdan uyusturucu ticaretinde en tepe noktaya yukselen Frank (Denzel Washington) attigi her adimi tartarak atmaktadir ta ki adamlarina ogrettigi temel kurali yani satafatkş giyinip goze batmamayi esinin aldigi kurkle bozana kadar. Bir anda hem kotu polislerin hem de narkotikte ozel gorevli asiri durust dedektif Ritchie'nin (Russell Crowe) dikkatini cekecektr. Bundan sonrasi mafya, kotu polisler ve iyi polisler arasindaki bir oyuna donusecektir. Güzel bir senaryo, kaliteli oyuncular ve saglam bir yonetmenle kotu film yapmanin cok zor oldugunu gosteren sinemada beklemeye de degecek bir film ;
Benim notum: 9/10 (DVDScr/PUKKA/ed2k)

Masumiyet / Kader


Masumiyet (1997) (8.5/10)

Turk sinemasinin nitelikli eserlerinden biri olan Zeki Demirkubuz yonetimdenki bu film, gecen sene 'oncesi' olarak cekilen 'Kader'den daha sarsici ve yikici. Kader'deki dramin boyutu daha da artiyor ve film genel olarak Izmir'de geciyo ki tanidik mekanlar gormek de ayri bir tad. Oyunculuk da hep ust duzeyde.Filmde kullanılan argo dil arada doruk noktasına ulaşıyor ve karşılıklı 3 dakika kadar küfürleşme izliyorsunuz. Ben kulaklığa geçerek rahat rahat izledim filmi :) Film büyük ihtimalle çok düşük bir bütçeyle ve o zamanın sınırlı olanaklarıyla çekilmilş o yüzden görsel olarak bir Kader kalitesi beklemeyin. Filmin DVD'sinin kalitesi de çok iyi değil o yüzden UnSeeN iyi iş çıkarmış diyebiliriz.

Turk sinemasinin eli yuzu duzgun orneklerini seyretmek istiyorsaniz once 'Kader'i sonra da bu filmi izleyin ;)



(6/24/2007 tarihli eski blog yazımdan alınma)
Kader (2006) (9/10)
Bu ay içinde izlediğim Kader(2006) aşkın platonikliği üzerine iç burkucu, bu kadar da olmaz ki dedirten olaylarıyla izleyiciyi sarsarak rahatszı eden bir Zeki Demirkubuz yapımıydı. Eşini, çocuklarını, servetini, ve yer yer hayatını da geride bırakarak platonik biçimde aşık olduğu Uğur'un peşinde koşan Bekir, sürekli olay çıkardığı için şehir şehir Türkiye cezaevlerini dolaşan kabadayı/serseri Zagor peşinde şehir şehir dolaşan ve bu uğurda geçimini konsomatrislik yaparak sağlayan Uğur'un iç karartacı aşkl hikayesi. Bekir'inki karşılıksız bir aşktır ama Uğursuz yapamaz; Uğur'un peşi sıra şehir şehir dolaşır. Bu uğurda esrara başlamış, babasının halı dükkanın içini boşaltmıştır. İki tarafta bundan haberdir ve bununla yaşamaya çalışmaktadır. Uğur Bekir'i her kovduğunda Bekir ya geri dönmektedir ya da intihara teşebbüs etmektedir. Kader, sonunda iki taraf da yıpranmış ama peşinden koştukları aşkı elde edememiş bir şekilde ağlayarak sonlanır. Zeki Demirkubuz'un 1997 yapımı Masumiyet filminin hikayesindeki Uğur ve Bekir'in öncesidir bu yapım.

27 Ekim 2007 Cumartesi

Facebook'un ne kadarı gerekli?

Yazıda geçen google araması her koşulda işe yaramıyor ne yazık ki, çoğu zaman bulamıyorsunuz; ilkokuldan Ahu'yu bulabilmek için baya kastım ve zar zor bir email adresine sensen ses et diyerek mail atarak buldum :) Bir daha konuşmadığınız adamalarla ne kadar arkadaşsınız konusunda ise kesin birşey söylemek zor çünkü insan arada hata yaptık, keşke iletişimi koparmasaydık diye düşünebiliyor. Benim arkadaş sayım 104'ü buldu ama biri dışında hepsi de gerçekten bir dönem arkadaşom olmuş olan insanlar, tanımadığım kişileri eklemiyorum. Sadece bir kişi facebook yoluyla arkadaşım oldu o da dağcı olduğu için :) İlerde aktivite arkadaşı olacak anlayacağınız. Aktivite arkadaşı konusunda bu tarz sitelerin yararlı olduğunu düşünüyorum. Uygulama eklemek konusunda ise görüşüm olumsuz. "Movies" dışındaki tüm uygulamalar benim için gereksiz yere zaman kaybı oluyor. En son 'Vapires'ı da sildikten sonra elde pek birşey kalmadı zaten.

Radikal'den Pınar ÖĞÜNÇ çok güzel yazmış, bir kısmından alıntı yaptığım yazının tamamını okumak için tıklayınız.
Facebook denince herkesin dilinde bir 'Ay kaç yıldır görmediğim lise arkadaşımı buldum' var. Bu da genelde Kent şekerleri reklamları didaktik nostajisine yakın bir tonlamayla söyleniyor, Facebook'a laf etmeniz sizi doğrudan hissiz bir yaratık haline getiriyor. Lise diploma töreninizden sonra bir daha asla konuşma ihtiyacı hissetmediğiniz bir kişi ne kadar arkadaşınızdır? Ayrıca bütün bu insanlar Facebook kullanıcısı olduğuna göre internetle haşır neşirler demek. Madem merak ediyorsunuz, bir gün Google'a ismini yazsanız, çalıştığı iş yerinden, üye olduğu bir dernekten, bir yerden bulacaksınız belki. Ama bu sahici bir bulma ihtiyacını elzem kılıyor tabii.
Arkadaş listesinde 282 kişi bulunan bir kişi 282'sine o an ne yaptığını bildirmek, diğer 281'iyle nereden tanış olduklarını ifşa etmek zorunda mı? İki arkadaşımızın aslında tanışıyor olduğunu bir gün konuşurken keşfetsek de acayip şaşırsak, sinema ve müzik zevkimizi bir yerde bira içip fıstık soyarken yapsak...

Bir de tabii senkron sorunu var. Bakıyorsunuz iki arkadaş, Uluslararası Af Örgütü için sosyal sorumluluk bombardımanı bir projede çalışmışlar, biri fotoğrafında bikinili, diğeri margarita kadehinin kenarlarındaki tuzları yalıyor. Ya da meslek hanesine anaokulu öğretmeni yazmış, kırmızı seksi gece kıyafetiyle düzlemi birden değiştiriyor. Bilmem nerede müdür, bilmem ne üniversitesinde akademisyen... Tamam, tabii ki bunlar insani haller, zaten böyle çok yüzlü yaratıklarız, ama işte olmuyor, senkron kayıyor.
Bir de tabii çözemediğimiz vakit aritmetiği var. Hep arkadaşlıktan, arkadaş bulmanın faidelerinden dem vurduk, bir de gün içinde sempatik eklentilerle bir diğerini mıncıklamalar, ısırmalar, sanalından pasta ya da haydari ısmarlamaklar var. Başka hediye paketleri gidebiliyor ya da gün içinde dan diye bir arkadaşınız kendini nasıl bulduğunuzu değerlendirmenizi istiyor. Arkadaşlar birbirleri arasında karşılaştırılıyor, en şahaneleri seçiliyor. Koca koca insanlar, demek eğleniyorlar da, bize ne demek düşer, ama gerçekten bütün bunlara nasıl vakit bulunuyor?

26 Ekim 2007 Cuma

Tropa de Elite [2005]

Bayadır izlediğim çerez filmlerin ardından merakla beklediğim bu yapım kesinlikle tatmin edici bir deneyim sundu ve kesinlikle izleyin sınıfına dahil oldu.

Brezilya'da bile gösterime girmeden önce altyazı işlemi için gittiği firmadan kopyası çalınan José Padilha yönetimindeki Tropa de Elite korsan şekilde 4 milyon Brezilyalı tarafından izlenerek bu alanda ilginç bir rekora imza atmış. Bu nedenle gişeden zarar ederek çıkarsa gerçekten üzülürüm çünkü Brezilya'daki çürümüş polis-mafya ilişkisini gerçek kişiler ve olaylardan beslenerek sarsıcı, gerçekçi ve sansürsüz bir şekilde sunarak izleyenini tatmin ediyor.

Fernando Meirelles'in yönettiği Cidade de Deus (Cİty Of God) ile konu olarak benzerlik içeriyormuş gibi görünse de mafyaya polis bakış açısından bakıyor ve bunu yaparken de Brezilyalı sivillerin polislere bakış açısını da bize yansıtarak iki kesimin de birbirlerine karşı olan duruşları konusunda da bizi bilgilendiriyor. Cidade de Deus'da varoşlardaki insanların gözünden Brezilya'da yaşam aktarılırken, Tropa de Elite'de kokuşmuş polis teşkilatının en üstten en altına kadar nasıl bir düzenbazlık içine girdiğini ve bu durumda dürüst kalmayı başarabilmiş, çetelerin tek korkulu rüyası olan özel polis birliğinin (BOPA) mensuplarını hazmetmesi pek de kolay olmayan yöntemlerle nasıl çetelere karşı mücadele verdikleri aktarılıyor. Konuşmaya razı olmayan insanların kafalarına poşet geçirilerek, uzun uğraşlar sonucu da olsa, nasıl konuştuğunu görünce insan bu yöntemlere onay mı vermeli yoksa suçlu olsalar da onlar da insan diyerek karşı mı çıkmalı ikileminde kalıyor. Filmde varoşlarda herkes potansiyel suçlu olarak görülüyor ve ona göre muamele görüyor ve çete elemanları BOPA tarafından genellikle sağ bırakılmıyor. Çetelerin elindeki ağır silahları görünce insan bu uygulamayı haksız görmüyor da değil çünkü bu silahlar pek çok kişinin hayatına maloluyor.

Filmi izlediğinizde aklınızda sorular kalıyor oluşuyor ki gerçekçi ve güzel bir senaryoya sahip filmlerin genel sonucu bu olsa gerek. Sonuç olarak başyapıt demek belki de çok abartı gelebilir ama gerçekçi içerikli bir sosyal yapıt ile karşı karşıyayız. Filmin ABD gösterim tarihi 28 Ocak 2008, Türkiye'ye gelmesini yakın zaman içinde beklemek ise pek gerçekçi olmayacaktır. R5 sunumu ortalıkta dolaşıyor, ilginenlere duyurulur.

Benim notum: 9/10 (R5/ed2k)

25 Ekim 2007 Perşembe

Sexy / Seksi

Sık sık karşıltığınız kelimelerden biri olan seksi ifadesi nereden gelir? Cinsiyetten mi? Cinsiyete göre 'erkeksi' veya 'kadınsı' olarak anlaşılması gerektiğini düşünenler var ama anlam olarak bunlardan daha fazlasına sahip olan bir kelime, neden mi? Buyrun sözlük ve ansiklopediler ne diyor bakalım:

Seslisozluk.com'a göre 'sexy':
1. s., k. dili seksi. seksi. seksi. seksi. s., k. dili seksi. Cinsel cazibe gösteren, cinsel cazibeye sahip. seksi kimse. seksi, cinsel istek uyandıran, çekici.
2. seksi, seksi cinsel arzu uyandıran.
3. seksi.
4. seksi. cinsel çekiciliği olan.
Dilimizde okunduğu gibi kullanılmasına alışılmış bu İnglizce kelimenin sözlük karşılığı ise:
1. causing sexual arousal, erotic; appealing, attractive; concerned with sex. sexyadj.
2. marked by or tending to arouse sexual desire or interest; "feeling sexy"; "sexy clothes"; "sexy poses"; "a sexy book"; "sexy jokes" [ant: unsexy].
3. exciting sexual desire [syn: aphrodisiac, aphrodisiacal] [ant: anaphrodisiac].
4. marked by or tending to arouse sexual desire or interest; "feeling sexy"; "sexy clothes"; "sexy poses"; "a sexy book"; "sexy jokes".
5. You can describe people and things as sexy if you think they are sexually exciting or sexually attractive. It was a wonderful voice which women found incredibly sexy.
İngilizce Wikipedia'dan daha detaylı bir tanım alırsak:
Sexual attraction(Redirected from Sexy)
In a species that reproduces sexually, sexual attraction is an attraction to other members of the same species for sexual or erotic activity. This type of attraction often occurs amongst individuals of a sexually-reproducing species, although in many species it serves no immediate reproductive goal – indeed, some sexual behavior among primates is undertaken as a social

Sağda solda "ben seksiyim" diye dolaşan tipler kullandıkları kelimenin anlamını ne olarak düşünüyorlar acaba...

21 Ekim 2007 Pazar

Resident Evil: Extinction [2007]

Bu aralar bol bol aksiyon yuklu film izliyorum, cerez niyetine iyi gidiyor. Milla'cılar bu filmi bayadir bekliyorlardi, RE hayranlari da oyle. Film hakkinda cok farkli gorusler var ki Harun'un da dedigi gibi renkler ve zevkler meselesi isin icine girdigi icin ben kendi gorusumu dillendireyim.

Ilk RE, ilk olmasi ve vadettiklerini verebildigi icin gayet basarili bir uyarlamaydi. Ikinci film ilkine gore daha sonuktu ama gene de cok sikilmadan izleyebilmistik. Ikinin sonunda Alice'in cok guclendigini gormustuk ve film o sekilde bitmisti. Ucuncu filmimizde Alice'in insan ustu guclerini izliyoruz ki izlemesi keyif verici olmus bana gore, Dart Wader gibi 'force' kullanabiliyor ama yeniden sarj olmasi uzun suruyor:P Milla'nin yaninda Ali Larter de var ki Heroes'ta cok iyi is cikarmakta kendisi de. Film basindan sonuna kadar yogun tempoya sahip ve bence sinemada izlenebilecek bir yapim olmus. Dorduncu filme de matrix vari bir sonla yesil isik yakilmis.

Extinction'da neler gorecegiz: ciddi sayilarla kargalar, derisiz ve kanli itler, terfilenmis, cok hizli hareket edebilen ve zekilesmis zombiler ve son olarak ahtapot uzuvlu, cok hizli doku yenileyebilen film sonu 'boss'u.

Benim notum: 7/10 oluyor.

20 Ekim 2007 Cumartesi

Polis [2007]

Bu film kısa yazılmaktan fazlasına ihtiyaç duyan farklı bir yapım. dün gece yatağımdan UnSeen versiyonunu izledim. UnSeen kötü rip yapmaz o yüzden her zaman olduğu gibi gönül rahatlığı ile edindim, her zamanki gibi yüksek kaliteli bir sunum.

Film açılır açılmaz çok yapay bir bire karşı dört döğüş sahnesi ile karşılaşıyoruz ki esas adamımız olan Musa Rami (Haluk Bilginer) yaşına ve kütlesinin aksinin dördünü haklıyor. Dört adamımız da beyaz gömlek, siyah takım kuşanmış ama içi boş tipler; hele bir tanesi varki eleman havada perande atıyor falan, resmen gösteriş meraklısı ve kesinlikle kapoeracı :) Bu dörtlü dövüldükten sonra sıra beyaz limuzininden çıkan İzmitli'lerin küçük oğlunu öldüren Musa Rami'nin ub hamlesi pek olumlu sonuçlara gebe olmyor ve İzmitli'leri yakalama sevdasını çok pahalı bir şekilde filmin sonuna kadar ödüyor. Filmde ve tanıtımında ön plana çıkarılan karşılıksız aşkın bir ucunda Musa Rami varken diğer ucunda 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Özge Namal'ı görüyoruz ki Musa Rami kendisine tezi konusunda danışmanlık yapıyor. İlk 30 dakka kadar Musa Rami gerçekçilik dışı bir şekilde kahraman olarak gösterilirken sonra durum çok dramtik biçimde değişiyor ki filmi ilginç yapan bu yapısı. İlk bölümünden hoşlanmasam da ilk bölüm sonrasında Musa Rami'den bekledikleriniz bir bir gerçekleşememesinden hoşlandım çünkü film beklenti yaratıp sonra da beklentilerinizin tersini yapıyor. Sonuç olarak bu filmi önerip önermemek konusunda kararsızım, takdir sizin...

Benim notum: 6.5/10
Türü: polisiye-macera soslu dram.

Film hakkında daha çok bilgi bundan sonraki kısımda var ama YOĞUN 'SPOILER' İÇERİR! Filmi izlemediyseniz okumamanız önerilir!
------------------------------------------------
Yukarıda da bahsettiğim gibi ilk açılış sahnesinden itibaren Musa Rami tam bir kahraman gibi tanıtılıyor, yaşadığı olaylar ballandıra ballandıra anlatılıyor. İlk sahnedeki küçük İzmitli'yi öldürmesi ailesi için bir faciaya neden oluyor. Bu hamlesinin sonucunda büyük İzmitli tarafından aile fertleri yani tüm sevdikleri tek tek katlediliyorlar ve ne yaparsa yapsın ki pek fazla birşey yapamıyor kendisi, buna engel olamıyor. Soğukkanlılığını yitirmeyen Musa Rami imkansız aşkı olan 23 yaşındaki Funda siz neler yaptınız diye sorunca, çok sakin bir şekilde, beyin kanseriyim, kızım öldürüldü şeklinde güncel gelişmeleri anlatabiliyor. Yönetmen ne düşündü bilmiyorum ama belki de bilinçli olarak absür olmak istiyordur, bir kara komedi denemesi içinde olduğu bile düşünülebilir. Musa Rami çevresinde olup bitenlerin ardından normal ile anormali ayırdedemez durumda davranmaktadır. Aile bireyleri öldükçe üzülmektedir ama gene de gayet normal bir şekilde yaşamaya devam edebilmektedir. Funda'ya olan sevgisi ile saplantıya dönüşüp gizlice onun evine girmeye kadar ilerlemiştir. Burada filmin iki ana ekseni var:
1- Funda ile olan sonuçsuz kalacağı belli olan ilişkisi
2- İzmitli'lerin öç alma amacıyla ailesine karşı giriştiği eylemeler.

İkinciden başlayalım. Küçük İzmitli'yi gayet kolay öldüren Musa Rami, abisi konusunda ise zorlanmaktadır çünkü adam koruma ordusu ile gezmektedir. Filmin girişinde Musa Rami pusu kurup yanlışlıkla o sanıp başka birisini vurur, hemen ardından İzmitli binadan çıkar ve etrafa gelişi güzel ateş ederek bol bol adam ve çocuk yaralarlar. Bu fırsatı değerlendiremeyn Musa Rami beline sardığı dinamitlerle adamın evine gittiğinde ise bir anda etrafı 30 kadar siyah giyinen adamla, hepsinin silahı kahramanımıza doğrultulmuş şekilde çevrilir. Bu sahne bir adama doğrultulan 30 silah nedeniyle baya absürd durmakta ve sonuç olarak sorgulanmak için evde karanlık bir odaya kapatılır ve içeri giren İzmitli tarafından aşağılandıktan sonra doğum gününde çekilmiş fotoğraf gösterilen fotoğraftan sadece seçtiği bir kişi dışında kalan herkesin öldürüleceği söylenir. Musa Rami istemeye istemeye de olsa en çok sevdiği İngiltere'deki küçük oğluna dokunmamasını söyler. Musa Rami tüm aileyi köye gönderir, hemen gitmeyip yolu uzatacak ve birkaç gün dolaşacaklardır. İngiltere'den Musa Rami'den habersiz gelen küçük oğul beklendiği gibi ilk ölen aile ferdi olacaktır ama sırasıyla kalanlar da İzmitli tarafından katledilecektir. Bu bölümde, ilk bölümde kahraman olarak gösterilen Musa Rami'nin İzmitliler karşısında nasıl da aciz kaldığını acı bir biçimde izleriz, film bundan sonra arada çıkan abartı sahneler dışında ayakları yere basmaktadır, daha insani ve gerçekçi ilerlemektedir çünkü Musa Rami sonuçta tek kişidir ve süper güçleri olmayan yaşlanmış bir insandır sadece. Filmin ilk yarım saat sonrasını ben beğendim, iyilerin kazanmadığı filmleri severim çünkü daha gerçekçi oluyorlar, oyakbank reklamlarını unutup, iyiler çoğu zaman kaybederler.

Aşk konusu. Aşık bireylerin yaş sınıfları arasındaki ciddi uçurum nedeniyle bu işin yürümeyeceği zaten bellidir. Musa Rami zengin değildir, külüstür bir Peugeout 504 sahibidir kendisi, yani hiç çekiciliği yoktur, zaten Funda'da evi ve arabası düşünülünce Bahçeşehir'de okuyan zengin aile kızı profili çizmektedir. Musa Rami elindeki danışmanlık kozunu kullanarak kızla dışarıda bile buluşmaktadır ama Funda'nın ilişkiye bakışı sadece kendinden oldukça büyük bu şahsa karşı saygıdır.

Musa Rami şansını zorlamaktadır ve mezuniyet balosunda Musa Rami'ye gelsin diyerek söylediği 'sensiz yarımım' mesajı içeren şarkıyı söylemesi ise hatadır. Bu arada Musa Rami içeri girmek için kapıdaki 2 korumayı pek gerçekçi olmayan bir şekilde pataklamıştır ama içeride gayet rahat biçimde de oturmuştur. İşte bu tarz sahneler filmi yıpratıyor, daha gerçekçi olsa belki de çok etkili bir yapım olacaktı ama insanı bir ara ciddi, bir ara absürd içerik vererek kafasının karışmasını neden olmuş yönetmen Onur Ünlü. Bu şarkı üstüne rahatlayan Musa Rami (bu arada kanser olduğunu ve 1 ay içinde öleceğini Funda'ya anlatmıştır) şarkı sonrası dansta Funda'ya evlenme teklif eder! Hatun şoku atlatınca kızar ve Musa Rami'yi ittirir adam yıkılır haliyle, sonra da ağzından kan gelerek gerçekten de yıkılır ve hastaneye kaldırılır.

Filmin son sahnesinde ise Musa Rami Funda'yı ilk kez dışarıda zaman geçirdikleri kafeye çağırır. Funda şık giyinmiştir, Rami de öyle. Oturur oturmaz Rami senden son kez birşey isteyebilirmiyim der, Funda çekinceli biçimde tamam der. Rami, seni seviyorum dermisin der, Funda kalkmaya hamel yapar, Rami oturtur çok zor birşey değil sadece söyle der. Funda'nın sesi çıkmayınca Rami, "seni seviyorum de, lan!" diye bağırı, ağlamay abaşlayan Funda zorlanarak "seni seviyorum" der ama Rami sinirlenerek "yalan söylüyosun!" diye bağırır. Funda ağlayara ve koşarak mekanı terk eder. Filmin en sevdiğim sahnelerinden biri çünkü çok gerçekçi ve de pek de beklemediğiniz bir sahnedir. Kadir İnanır'ın meşhur "Seviyorum de!","Seviyorum de!","Seviyorum!","Yalan söylüyorsun!" repliğine bir çeşit saygı duruşudur belki de ama etkilidir.

Bu sahnede üzerinde dinamitle oluşturulmuş bir bomba düzeneği ve onu örten tören kıyafetini giymiştir ve sanırız ki buradan sonra İzmitli'ye gidecek ve adamı havaya uçuracak, belki de yapmıştır ama biz bilmiyrouz çünkü Musa Rami masada tek başına oturken kamera uzaklaşır ve film biter! Evet ani bir bitiş ama bence yerinde bir bitiş, kahramanlık yaptıysa da biz bilmiyorum, bakış açımız son sahne ile değişmiyor ;)


Gelelim Özge Namal'a :) Seveni çok ama ben sesinden ötürü hoşlanamıyorum hatundan ama filmde ilk göründüğü sahnede gayet çekici görünüyor ve itiraf edeyim tatlı hatun. Halık Bilginer'in oyunculuğu için zayet olumsuz birşeyler söylemek kolay değil, oturaklı bir performans var yani. Komiser ve diğer tüm takım elbiseli kötü adamların oyunculukları ise fazla yapmacık geldi bana. Filmde bol bol çalan olur ya şarkısı ise çok güzel, isteyenlere veririm.

son söz: yazı ne kadar uzun olursa o kadar çok yazım hatası içerir :p

War [2007]

Dışarı çıkmayalı 1.5 ayı buldu, evde geçirdiğim bu zamanlarda sıkıldıkça film izliyorum. Son dönemde izlediğim filmlerin kısa bir özetini geçelim.
  • War [2007] (R5/PONY)
Jet Li vs Jason Statham diye özetlenebilecek polis, mafya dalaşının Amerikan versiyonu. Mafyayı temsilen Yakuzalar var, polis ise FBI uzak doğu masası olsa gerek bilemiyorum, çok da umurumda değil, nasıl olsa Jet Li aksiyonu için buradayız ve aradığımızı da buluyoruz. Kim iyi, kim kötü, iyi kötüye bu kadar rahat dönüşebilir mi gibi soruları kendimize sormamıza neden olan güzel bir aksiyon filmi. Afişi de gayet güzel. Jet Li takipçileri gönül rahatlığı ile izleyebilirler.
Benim notum: 7/10

Rise Blood Hunter [2007]

(DVDSCR/QuidaM)
Lucy Liu'yu bol bol çıplak gördüğümüz (vücut dublörü olabilir de olmayabilir de) film tipik bir vampir avcısı filmi, bol kan, bol ten. Vampir sayısı bir hayli az ama kan edinirken benim izlediğim filmlerin aksine baya kirli çalışıyorlar, bir nevi deriyi de parçalama durumu var ki gören insan yiyor bunlar sanır. Filmdeki en güçlü vampirin söylediği "önce becerip sonra mı öldürmeliyim, yoksa tam tersi mi" cümlesi ise sanırım doğru değil, daha çok erkek izleyiciler için seçilmiş bir yöntem çünkü sömürülen tüm insanlar nedense güzel vücutlu hatunlar, erkekler soyulmadan beslenme amacından kullanılıyorlar. Benim bildiğim vampirlerin seksle işi olmaz, zaten kan emerken yeteri kadar zevk alıyorlar. Uyuşturucu içicilerinin "beter than sex" demesi gibi durum yani :) Neyse film kendisini de vampir yapan grubtan öç almak isteyen kahramanımızın bu macerasını konu alıyor, ne mükemmel ne de çok dandik, ortalama bir yapım. Vampir filmlerinin takipçileri zevk alır, gerisi de izlemezse çok birşey kaybetmez.
Benim notum: 6/10

Georgia Rule [2007]

(DVDRip/HalfCd/TLF)
Lindsay Lohan'ın hatrına izlediğimiz film sıradan bir dram soslu gençlere yönelik film. Film mesajlar içeriyor ama pek gerçekçi olmayan bu mesjlar filmin içerisinde eriyip gidiyorlar. Sıkılmadan izledim ama fazla birşey beklemeyin. Konu: Ailesi tarafından biraz durulması için annannesinin yanına yollanan Rachel, California kültürünün etkisiyle yoldan çıkmış bir kayıp gençlik örneğidir. Yaz tatilini geçirmek için geldiği bu küçük kasaba çok büyük bir değişim geçirebileceğini ve insnların geçmişleri şekillendiren aile içi sırları kim tahmin edebilirdi ki? Biz de edememiştik ama bu karakterde birisinin dini bir tarikatın (Mormon Tarikatı) misyoneri olan birisiyle evleneceği inandırıcılıktan uzak. Vaktiniz varsa veya Lindsay Lohan severseniz izleyin. Bu arada bilmeyenlere silikonlu ünlülerden olduğunu belirteyim :)
Benim notum: 5.5/10

Ekleme: Çok beklentinizin olmadığı filmler için HalfCD sürümleri mükemmel, adından da anlaşılabileceği gibi yarım CD yani 375MB yer kaplayan bu sürümlerin görüntü kalitesi gayet tahmin edici. Yüksek standartlara alışmanın insanı kolay kolay tahmin olmayan bir bireye dönüşmesine neden olduğu günümüzde benim çok hoşuma gitti, ekran görüntülerini görmeniz koşuluyla tavsiye ederim, TLF bu konuda başarılı işler çıkarıyor.

Dao huo xian / Flash Point [2007]

(DVDScr/ZY)
Bir Hong Kong yapmından beklendiği gibi bol tempolu ve dövüş sahneleri ile bezenmiş polislerle vietnamlı bir mafya ailesinin çekişmesi ve kapışmasını anlatıyor. Başrolde bir dedektifi canlandıran Donnie Yen var. Bu tarz filmlerin takipçilerinin yabancı olmadığı Donnie Yen işini çok iyi kotarıyor, kareografileri çok başarılı olan dvüş sahneleri sırıtmıyor, gerçekçi duruyor. Özellikle Donnie Yen'in baş kötü ile kapıştığı filmin sonundaki uzunca dövüş sahnesi çok başarılı. Adamın tipi biraz garip geliyor ama işine bir etkisi yok, Jet Li tadını alabildiğimiz, ileride muhtemelen holivuda transfer olacaklar listesinin üst sıralarında yer alan Donnie Yen filmlerine denk gelirseniz kaçırmayın. İzleyip beğendiğimiz üç Donnie Yen filmi ki son ikiyi izlediniz biliyorsunuz: Sha po lang, Ying xiong, Blade II
Bol aksiyon ve dövüş sahnesi içeren uzak doğu yapımı isteyenlere tavsiye edilir.
Benim notum: 7.5 /10

3:10 To Yuma [2007]

(R5/PUKKA)
Bir yeniden çevrim karşımızda ama sanmayın ki genel yeniden çekimlerde olduğu gibi kalitesiz bir film. Uzun zamandır izlediğim en iyi western filmi. Zaten eskisi kadar çok western filmi çekilmiyor ama bu film ile muhtemelen western türündeki yapımlarında bir artış olacaktır. Film Sergio Leone filmlerinden aldığım tadı bana yeniden verdi; tamam, bir başyapıt ile karşı karşıya değiliz ama bence hiçbir eksiği olmayan, baştan sonra izleciyi heyecanla şimdi ne olacak diye ekrana baktırabilen, Russel Crow ve Christian Bale gibi iki usta oyuncunun çok iyi performans sergilediği, kötüler de ne kadar kötü olurlarsa olsunlar içlerinde insani duygular barındırabilir diyen çok başarılı bir yapım. Bu aralar çoğu filmde olduğu gibi IMDB notu sekizin üstünde ama bence kalitesi uygun bir puan. İzleyin ve izletin, kasımda sinemalarımızda olacak. Bu arada öyküden bahsetmedim ki izleyerek zevkini çıkarın ama filmin isminin nereden geldiğini anlatayım. Yuma Hapishanesi'ne giden 3:10 treni kastediliyor ;)
Benim notum: 9/10

AMD-Mobile: Turion 64 X2 mi Athlon 64 X2 mi?

Aralarındaki fark nedir acaba diyerek düşünüp dururdum, onu öğrendim AMD'nin sitesi sağolsun, sizlerle de paylaşayım.
Yeni nesil tüm Turion 64 X2'ler 1 MB L2 tampon belleğe sahipken Athlon 64 X2'ler 512 KB L2 tampon belleğe sahip. Performans farkı yaratabilecek derecede önemli bir fark. Core 2 Duo'ların AMD'den daha performanslı ve pahalı olmasının ana nedeni olan bu durum aynı zamanda ucuz sistemlerde neden Turion 64 X2 yerine Athlon 64 X2 kullanıldığının da açıklaması olmuş oluyor.

2 hafta içinde 2 tane almayı düşündüğümüz MSI M630'un kullandığı TK53'ü incelediğimizde teknik özellikler şöyle:
Processor AMD Athlon™ 64 X2 Dual-Core
Model TK-53
OPN Tray AMDTK53HAX4DC
OPN PIB N/A
Operating Mode 32 Bit Yes
Operating Mode 64 Bit Yes
Frequency (Mhz) 1700
System Bus Speed (Mhz) 1600
Wattage 31 W
L2 Cache Size 512
Process Technology 65nm SOI
Package/Infrastructure Socket S1

Ucuz veya küçük boyutlu bir dizüstü bilgisayar arıyorsanız 13.3" lik 499$+KDV fiyat etiketine sahip MSI VR330 mükemmel bir çözüm, çift çekirdeğim olsun ekranı da büyük olsun derseniz 15.4"lik ekrana sahip 599$+KDV'ye MSI M670 serisini seçin. Ben oyun oynarım kardeşim derseniz kesenin ağzını açmaya hazır olun ve başka modellere yönelin. Bu modellerdeki Geforce Go 6100'ler WOW gibi stratejileri, NFS Most Wanted, FIFA 2008 gibi oyunları kalite ayarlarını abartmadığınız sürece oynatabiliyormış. 2 GB ana bellek terfisi (2X1GB DDR667 OCZ, CL5) ise sadece 95 YTL'ye maloluyor ki çok iyi fiyat ;)

Mobil AMD işlemcilerinin özelliklerini öğrenmek için tıkla.

19 Ekim 2007 Cuma

olur ya

gel birer çocuk olalım bugünden başlayalım
gözlerimiz buluşsun ilk kez bakışalım
ne dün nede yarın kalsın biz yeniden doğalım
ve ilk söz dudağında olsun benim adım
olur ya tüm saatler dururda sonsuza dek yanımda kalırsın olur ya
olur ya ateş bacayı sararda yanmaz dersin yanarda olmaz mı olur ya
olur ya kalbinde yer bulurda yerleşirim yıllarca seversin sonunda
olur ya evet dersin aşkıma şeytana uyarsında olmaz mı olur ya
filmin uzun bir yazısı gelecek, hangi film mi? Süpriz :P

14 Ekim 2007 Pazar

R5 sunum bolluğu

Uzun zamandır Bluray ve HD.DVD ripleri ile ilgilindiğimden ve DVD Rip'in altında kaliteye sahip sunumlara bakmadığımdan DVD.Screener tarafını gözden kaçırıyormuşuz. R5 DVD'ler tek taraflı yani 4.5GB'lık DVD'ler demek, çift katmanlılar R9 oluyorlar. R5'ler Rusya gibi korsanın çok yoğun olduğu ülkelerde diğer ülkelerden daha önce piyasaya sürülmüş, az işlenmiş, ekstra içermeyen saf film DVD'leri diyorlar ki kar kardır diyeceklerine göre mantıklı. Peki R5'in bize ne yararı var? Diğer ülkelerde DVD'ler çıkmadan R5'ler piyasada oluyor ve DVD.Screener olarak sunumlar da aşırı kaliteli olmasalarda bize sunulmuş oluyorlar.

R5'ler vizyon filmlerini içerdiği için hem ed2k hem de torrent ağında çok hızlı edinilebiliyorlar çünkü paylaşanı yani talebi fazla. Bu yolla kimileri henüz Türkiye'de gösterime girmemiş, kimileri ise son 1 ay içinde vizyona girmiş baya bir film indirdim. Hepsinin ortak noktası 2 kanal ses ve çok ahım şahım olmayan ama kötü de olmayan video kalitesi. Neler var ortalıkla şöyle bir bakmak gerekirse:
  • 3.10.To.Yuma.R5.LINE.XViD-PUKKA.avi
  • Flash.Point.2007.SUBBED.DVDScr.XviD-ZY.avi
  • Georgia.Rule.2007.DVDRip.X264.AAC.HalfCd.iNT-TLF.mkv
  • Rise.Blood.Hunter.(2007).LiMiTED.DVDSCR.XViD-QuidaM.avi
  • War.2007.R5.XviD.AC3-PONY.avi
  • The.Simpsons.Movie.2007.DVDSCR.XviD.AC3-BKL.avi
- Georgia Rule, çok ahım şahım olmayan tüketim filmi havasında
- Flash Point Hong Kong stili vurdulu kırdılı bir film
- War bunun Amerikan versiyonu denilebilir ki kadrosunda Jet lee ve Jason Statham'ı barındırıyor
- Rise Blood Hunter, Lucy Lu'lu vampir filmi
- Simpsons sevmem ama gene de edindim :)
- 3.10 To Yuma buradaki en kişilikli ve kaliteli yapım, uygun fırsatta izlenecel

Artık arşiv olayı biraz saçma geliyor. Bir filmi edinirsiniz ve eğer çok çok sevmezseniz tekrar seyretmezsiniz ancak eşe dosta yararı olur ya da hatunlara geniş film koleksiyonunuzdan bahsederken konu malzemesi olur :) Elimdeki film sayısı 1000 küsür oldu, liste falan da yok, verdiğim bir DVD geri gelmezse ruhum bile duymayacak yani. Tekrar liste yapsam mı diye düşünüyorum ama düzenli olarak yeni formatların çıktığı günümüzde DVD, divx arşivi yapmak çok da mantıklı gelmiyor. Düşünsenize zamanında VHS koleksiyonu olanların kaçı hala bunları bulunduruyorlardır ki? 320X240 lık VCD'nin hemencecik gözden düştüğü günümüzde (hala izleyenleri var ama şahsen ben başka formatta bulunamayacak bir film değilse bulaşmam!) High Def çılgınlığı ile 5 seneye DVD'lerin de kaderi bu olacak. Ben olabildiğince çok film izlenmeli, arşiv yapmaya kasmamalı diyerek yazıyı sonlandırayım ;)

13 Ekim 2007 Cumartesi

Bourne Ultimatum (2007) [3/3]

Uzun yazı okumaktan hoşlanmayanlar için özet: Mükemmel bir aksiyon filmi, serinin en iyisi, mutlaka görün! Ama, ben olsam öncelikle ikinci filmi yani supremecy'yi izlerdim çünkü doğrudan o filmle bağlantılı karakterler var. İlk iki filmi izlememiş olanalara yardımcı olmak için özet bilgi geçiyorlar ama 'özet', ben en azından ikincinin izlenmesi konusunda ısrarlıyım.


Ve üçlemeyi tamamladık :) Filme geçmeden önce teknik bilgileri vereyim. 700Mb'lık Pony sürümününden izledim, görüntüler çok iyi, ses stereo AC3, sonuç olarak bu boyut için mükemmel bir kalite yakalamışlar diyebilirim. Hem torrent hem de ed2k ayağında kolayca sahp olabilirsiniz, ben üyelik gerektiren bir tarcker'dan torrent kullanarak 3 saat gibi bir sürede edindim, hız 90-100k arasında değişiyordu, 1 oranını tutturmak için hala da upload ediyorum. Filmin bütçesi ilk iki filmin bütçesi kadar yani, $138,000,000; hasılatı ise sadece ABD'de $222,788,180. Bizde dün vizyona girdi ve muhtemeln bu haftanın en başarılı gişe hasılatına da sahip olur. Baya kar etmiş bir film için korsana hayır çığırtkanlığı yapmaya gerek, DVD satışlarından bunu daha da arttıracakları kesin yani bu film için gönül rahatlığıyla peer-to-peer edinimi yapın ;)

Film, ikinci filmde aksiyon kısmının bittiği yerden yani Moskova'dan devam ediyor. İlk filmin kapanış sahnesi olan New York sahnesi ise filmin ortasında görünüyor, o yüzden ikinci filmi izleyin diyorum. Julia Stiles bu filmde de karşımıza çıkıyor, kendsisi eskisi kadar güzel gözükmediyse de bu seride, hala tatlı bir hatun ve Ultimatum'da Bourne'un kankası ve güvendiği tek kişi konumunda. Filmin başında ikinci filmin sonuçlarına bakıyor ve Bourne'un hala tehdit olduğu ve ortadan kaldırılması gerektiğinden yola çıkarak adamımızın peşini bırakmıyorlar. Tek başına kalmış olan Bourne'un tek amacı da hala tam net bilmediği geçmişini tamamen aydınlığa çıkarmak yani 'Identitiy' olayını çözüme bağlamak. 'Supremacy' konusu ise hala Bourn'un elinde, geriye kalan herkes Bourne'un bir adım gerisinden geliyorlar. Film çok taze olduğu için detaya girmiyorum, herşey 'spoiler' konumuna girer muhtemelen.

Ultimatum, üç film içinde en çok aksiyona sahip ve bence en başarılı film. Tek 'hadi canım' dedirten sahnesi vardı ama onu da deşifre edemiyorum çünkü önemli bir sahneydi. Neyse sonuç olarak imdb'de aldığı puanı hakettiğini ve aksiyon filmi sınıfında bu sene daha iyi bir film izlemediğimi düşünüyorum. Sinemada gidilmeyi hakeden bir film, en azından 5.1 ses dublajına sahip sunumları çıkana kadar ;)

Ultimatum'da adındaki gözdağı verme olayı mevcut ve ilk iki filmin isimleri olan Identitiy ve Supremecy geçerliliğini koruyor. Bourne siz benim peşimi bırakmazsanız ben de sizin peşinizi bırakmam der gibi. Ek olarak üç film de Moby'nin çok sevdiğim Extreme Ways şarkısı ile bitiyor ve filmi daha çok sevmeme katkıda bulunuyor.

Sunum bilgilendirme:
DVDScr: The.Bourne.Ultimatum.2007.R5.XviD.AC3-PONY.avi
2 kanal AC3 96kbps, 720X304, xvid, 774kbps,

Benim notum: 9/10
Body count: henüz bilgi yok, güncellenecek...

Bourne Supremacy (2004) [2/3]

İkinci filmi dün bitirmeyi planlıyordum ama İstanbul'dan misafirim gelince filmin başlarında acilen dışarı çıkmam gerekti. Kaldığım yerden devam ettim ben de. Bu sefer DVD'den izledim ama görüntüdeki kumlanmadan sanki divx'lerim daha kaliteli oluyor gibi geldi, renk doygunluğu konusunda bir sorun yok ama, hem de ses olarak 5.1'in tadı ayrı oluyor.

Supremacy kelimesi tahmin edileceği üzere super'den geliyor ve üstünlük anlamına sahip. Identitiy'de kimlik arayışında olan Jason Bourne, Supremacy'de peşine düşen birinlere karşı üstünlüğünü ortaya koyuyor. Araştırma ekibinin başındaki Pam bir bölümde, 'Adamın herşeyini biliyrouz, onun bir adım önünde olmamız lazım' dese de aslında üsütünlük açık ara Jason Bourne'da. İlk filmde de dediğim gibi adamımız modern bir James Bond ama süslü süslü teknolojik oyuncak kullanmıyor, daha çok Casino Royale'deki gibi ayağı yere basan bir karakter.

İlk filme göre en büyük farkı çok daha aksiyon yüklü olması ki bunda Paul Greengrass yönetiminde bütçenin 15 milyon dolar arttırılıp 75 milyon dolara çıkmasın katkısı yadısınamaz. 176 milyon dolarlık ABD hasılatı ise yapımcıların fazlasıyla kar ettiğini gösteriyor. Adamlara hala paraya doymyorlar demek ki korsana savaş diye bağırıp duruyorlar. Müzik konusunda daha anlayışlıyım ama sinemada film endüstrüsünün korsana karşı bastırmalarına karşıyım, kardeşim zaten parayı götürüyorsunuz. Neyse, filme dönersek, araba takip sahnelerinde artıl var ve filmin sonundaki Moskova'daki sahne çok başarılı, bu sefer Bourne Volga 3110 kullanıyor ve heyecan dozajı yüklü sahne ilk filmdeki Mini'li sahneyi aratmıyor.

Film Hindistan'da açılıyor ve buradaki tatsız gelişme tüm filme yön vererek, olaylar İtalya (Naples), Almanya (Berlin) ve Rusya'ya (Moskova) yayılyor. Bir kumpas sonucu işlemediği suç için aranan konumunda kalan Jason Bourne, 2 yıl aradan sonra tekrar yollara düşüyor ve neden hala peşinde olduklarını aramaya koyuluyor. Çok ince işçilik (arada hadi canım, dedirtse de:) ve güzel bir senaryoya sahibiz. Bourne'ın bundan hayatta kalarak sıyrılacağını biliyoruz ama bu yolda nelerden geçeceğini bilmiyoruz. Film de insanı meraklandırma konusunda baya başarılı. 2005'de izlediğim filmi tekrar sıkılmadan, heyecanla izledim (pek hatırlamadığımı itiraf edeyim:).

Sonuç olarak ilk filmin de üzerinde bir filme sahibiz. Üçüncü film bu filmi aşmış olsa gerek IMDB notlarına bakınca ki birazdan göreceğiz :) Macera filmi sevenlere şidddetle tavsiye ederim.
Benim notum: 8.5/10
Body count: 9

12 Ekim 2007 Cuma

Böğü

Böğü, Türkçe de böyle bir kelime olduğunu iki gün öncesine kadar bilmiyordum telafuzundan Almancadan geldiğini düşünecem ama alakası yok gibi. Neyse böğü geçen günler içerisinde fabrikada bulduğumuz evime getirip beslemeye çalıştığım örümceğimsi devasa bir yaratığın adıymış.

Ordan burdan edindiğim bilgiler şöyle;

Solifugae(Latince güneşten kaçan demek) denilen bu canlılar akrep, örümcek, otbiçen ve kenelerden ayrı bir takımdır. Böcek değildirler, örümcek de değildirler. :) Asya, Ortadoğu, Afrika ve Avrupa’da (eski Dünya’da) bozkır ve çölllerde yaşarlar. Dünya’da 1000 kadar, Türkiye’de ise 30 dolayında türü bilinir. Bu tür (Galeodes graecus) palearktik olup, Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Mezopotomya ve Mısır’da yayılış gösterir. Erginlerde boy uzunluğu (bacaklar hariç) 27-45 mm. Kadardır. Gece avlanıp, gündüzü toprak yarıkları, taş kereste ve odun diplerinde geçirirler(latince ismini burdan almış olsa gerek). Köy ve kasabalarda meskenlerin etrafında daha sık görülür. Anadolu’nun hemen hemen tüm bölgelerinde görülebilir. Her türlü böcek ve örümceği yer. Ayrıca kurbağa, kertenkele, küçük yılan, fare, sıçan, kör fare, köstebek, sincap, kedi ve tavşan gibi küçük memeliler üzerinden beslenir.

Güneydoğu Asya böğülerinde zehir bezleri olduğu halde Türkiye ve Ortadoğu böğülerinde henüz zehir bezine rastlanmamıştır. Ancak çok büyük ve güçlü çenelere sahiptirler. Savunma ve beslenme organları olan çeneler iri dişler ve kuvvetli kaslar ile desteklenmiştir. Akreplerden daha hızlı koşarlar, sıçrayabilirler. Kıstırıldıkları zaman saldırı pozisyonunu alırlar. Omurgalı leşleri üzerinden de beslendikleri için hemen hemen her zaman çeneleri üzerinde enfeksiyon yapabilen bakteri ve virüsler bulunur.

Bir ara Ankara'yı Anadolu'yu dev örümcekler sardı diye çıkan haberlerin kahramanları bunlar. Benim böğüme ne oldu derseniz hırpalanmıştı zaten, yaşatamadık o yüzden fikse etme için gerekli işlemlere geçtim. Eğer ki beslemek isterseniz internette satan firmalar var 15 pounda satıyorlar, ben size daha ucuza ayarlarım. ;)

Enteresan bir site ve derneğin varlığını da öğrenmiş oldum ilgilenenler için;

http://www.araknolojidernegi.org.tr

Yemek için yaşamak

Aşağıdaki bağlantı bir web albümüne: "Birkaç istisnâ dışında hepsini ben çektim, ve çoğunu da yedim. Kendimle gurur duyuyorum."



http://picasaweb.google.com.tr/gorkempacaci/ToLiveForFood

Bourne Identity (2002) [1/3]

Evet üçlemenin ilk filmini sinemada izlemiştim, sanırım 2002 yılıdır yani Eskişehir'de islenmiş olma ihtimali yüksek. Sabah fellik fellik DVD'sini aradım ama bulamadım yoksa bu filmin DVD'si yokmuydu bende, soruya kesin bir cevap veremedim, hafızam sağolsun :) Neyse bende SUpremecy'yi izleyip Identitiy'yi sonra izlerim diye düşünmüştüm ki ed2k yerine torrent kullanmayı tercih etmemin faydasını gördüm. 700MB'lık dosya 3 saat içinde bitmişti. Ultimatum ise 2 saat içinde biterek torrent'in neden sevildiğini bir kez daha bana hatırlattı, 90-100k arası bir hızla filmi çekiyorum.

Doug Liman yönetimindeki film üçlemenin başlangıcını temsil ediyor ki yapımcıların filmin bu kadar çok tutacağını beklemediklerini düşünüyorum. Bütçesi 60 milyon dolar olan Identity açılış haftasında masrafının 1/3'ünü zaten çıkarmış ve toplamda da 121 milyon dolar hasılat elde ederek karlı bir yapım olmuş. Bir de filme başlamadan önce ilginç bir bilgi vereyim: Bu rol için teklif önce Bard Pitt'e götürülmüş ama o Spy Game için teklifi reddetmiş. spy Game de güel filmdir ama bir Bourne Identitiy değildir, bence yanlış tercih :) Brad Pitt'i Mr. & Mrs. Smith'de gördükten sonra bu rolde de başarılı olurdu derim ama Matt Damon'a rol yakışıyor bence.

Sinemada üçüncü filmi izleyeceksiniz ve ilk iki filmi izlemediniz, izlemeli misiniz? Bunun cevabı çok kişisel bence ama bana göre neler olup bittiğini anlamak için ilk iki film izlenmeli, ben filmi çok zevk alarak tekrardan izledim çünkü çok fazla şey hatırlamıyormuşum. Bourne neden bu hallere düştü bilmek için en azından ilk filmi biliyor olmak lazım.

İlk filmimiz 'Identitiy' yani çıkış noktamız kimlik, daha doğrusu kimliksizlik. Film açık denizde yüzen bir insan vücudu ile açılıyor ve onu bulan balıkçıların teknesi ile karaya çıkıp kim olduğu aramasını anlatıyor çünkü kahramanımız geçmişine dahil hiçbirşey hatırlamıyor. Bu arayış sırasında omuriliğinin yardımı ile zorda kaldığında dövüş, silah kullanımı, düğüm atma gibi konuları ise gayet güzel başarmakta. Karaya adım atıp Zürih'e ulaşması ile hemen aksiyona giriyoruz ve film bitene kadar da aksiyon pek azalmıyor. US Marines tarafından bina içinde kovalanmak, gerçek Mini ile heyecan oranı yüksek araç takip sahneleri, başka suikastçiler ile teke tek dövüşler, keskin nişancı peşinden koşmaca filmde bulabileceğiniz hareketli sahnelerden bazıları olmakta. Bu macerada güvenebileceği tek kişi ise elçilikte tanıştığı ve para karşılığı onu Paris'e götürerek olaylara dahil olan Marie (Franka Potente). Film kesinlikle görülmesi gereken olgun bir ajanlık/macera filmi. Ayakları yere basan, gerçekçi bir Bond filmi bile diyebiliriz :)

Filmde başka hangi tanıdık yüzler var? Çok sevdiğim Clive Owen sessiz ama etkili bir karakteri canlandırıyor. Julie Stiles'ı üçüncünün fragmanlarında gördüm ama ikincide oynuyor muydu hatırlamıyorum, birazdan göreceğiz :) Onun da Save The Last Dance filmini çok severim. Dans temalı olması ana neden yoksa film çok da özel birşey sunmayan gençlik filmi havasında.

Ben ikinci filme geçerken siz de izlemediysen ilk filmi izleyin ;)

Benim notum: 8/10
Body count: 8 (gayet düşük bir değer, bkz. Lat sau san taam (1992), body count: 230!)

7 Ekim 2007 Pazar

Fikrî mülkiyet

Ekşi'de dolanırken, bir entry'e denk geldim. Fikrî mülkiyeti benim için yeni bir açıdan yorumlayarak değişik bir noktaya gelmiş.

Fikrî mülkiyet / saryade

Bence hayli uçuk bir yaklaşım, ama sıradışı bir içeriği olan her düşüncenin üzerinde durulmaya değer olduğunu düşünüyorum.

Ortaçağda buna benzer bir görüş yaygındı, bilim ve sanat insanlarının ürünleri, tanrıdan geldiği kabul edilerek kiliseye ait sayılırdı. Bugün de böyle mi yapmalı? Sırf kapitalistler işin kaymağını yiyor diye, tüm fikir ve zeka ürünleri devlet tekeline mi girmeli?

Bence bu işin ütopyası, fikir insanlarına toplum kaynaklarının devlet eliyle ayrılması, ve uygulamada serbest bırakılmalarıyla olabilir. Ama bu yöntem bile, mücadeleyi azaltacağı için ürünün kalitesinin düşmesine sebep olabilir. En iyisi onları tek başına, kapitalistlerin avuçlarına düşmeleri pahasına tek başına bırakmak.

İflah olmaz bir liberal olmak yolunda ilerliyorum sanırım...

Alakasız da olsa, sözlükten bir alıntıyla bitirelim: (leonardo da vinci / tequila boom boom)
"İyi geçirilmiş bir günün, mutlu bir uyku getirmesi gibi; iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir." - Leonardo da Vinci

6 Ekim 2007 Cumartesi

Kalifornia (1993)


Kimi filmler vardır, çok eski değillerdir, sağlam yönetmen ve oyuncu kadrosuna sahiptirler ama bir şekilde gözünüzden kaçmıştırlar. Dominic Sena (Gone In Sixty Seconds, Swordfish) yönetmindeki Kalifornia da kesinlikle o filmlerden biri. Tanıdığım insanlara sorsam filmi izledim diyen çıkmaz sanırım, hatta duydum diyen bile çıkacağını sanmıyorum.

Filmin bana göre en büyük özelliği Brad Pitt'in bugüne kadar gördüğüm saf kötülük içeren bir karakteri canlandırdığı tek film olması. Kötü adamdan bahsetmiyoruz burada, çok daha fazlası var :) Film zevkinizi kaçırıcı (gavur 'spoiler' der buna) şeyler olabileceği için detaya girmeyeceğim ama izleyen Brad Pitt takipçileri gerçekten daha önce görmedikleri bir karakterle karşılaşacaklar, bu garanti ;) Bu arada bayanlar merak etmeyin, 40 yaşında olsa da hala formda vücuduyla bir Brad Pitt göreceksiniz :D

Hikayeye gelelim isterseniz ama çok detaya girmeyeceğim. Brian seri katiller üzerine bir kitap yazmaktadır ama parasını peşin almış olmasına rağmen yazma konusunda ciddi sıkıntı çekmektedir. Sanat fotoğrafçısı olan sevgilisi Carrie de yaratıcılık sıkıntısı çekmekte ve Brian'ı California'ya götürmek üzere duygusal baskı kurmaktadır. Sonunda Brian pes eder ve yolda daha önceki seri katillerin çalışma yaptıkları alanlara da uğrayıp, Carrie'nin fotoğraflaması koşuluyla California'ya gitmeye karar verirler. Yol masraflarını paylaşak için de yol arkadaşı bulmak için ilan verirler ve bu sayede California'ya kadar onlara eşlik edecek Early ve Adele ile tanışmış olurlar. Yolculuk başlarda çok sorunlu olmasa da bir noktadan sonra ipler kopar ve aslında yanlarına aldıkları bu yolcuları hiç tanımadıklarını anlarlar ama artık çok geçtir.

Brad Pitt ve Juliette Lewis mükemmel oyunculuk sergiliyorlar. Juliet Lewis rolüne çok iyi adapte olmuş, Natural Born Killers da böyle saf bir karakteri canlandırmamıştı ama performansı bana o filmi hatırlattı. Pitt'e ise bence bu rol çok güzel oturmuş. Çocuksu ve iyi karakterlerini gördüğümüz için yadırgayabilirsiniz ama bence kötü adam olma olayını güzel benimsemiş ve ortaya çok inandırıcı bir karakter çıkmış. Özetle Brad Pitt'çiler mutlaka izlemeli, bu gruba girmeyenler ise görme fırsatı yakalarlarsa izlemeli.

Benim notum: 7.5/10

Filmden çıkarılacak dersler:
1- Hayat kısa yaşamaya bak :)
2- Dünya çok küçük her an herşeye hazırlıklı olmak lazım
3- Tanımadığınız insanlara güvenmeyin, otostopçu almayın falan gibi önlemler hayat kurtarıcı olabilir. Biliyorsunuz bu devirde iyi insanı öpüyorlar, çok da iyi olmamak lazım.

Kim kimdir:
Early (Brad Pitt), Adele (Juliette Lewis), Brian (David Duchovny), Carrie (Michelle Forbes)

Brad Pitt takipçisi olarak 1991-2007 arası filmlerinden çoğuna sahibim, eksik parçalar baya az ama bulunabilirlikleri de pek yüksek değil.

Elimizdeki filmleri:
  • Ocean's Thirteen (2007)
  • Babel (2006)
  • Mr. & Mrs. Smith (2005)
  • Ocean's Twelve (2004)
  • Troy (2004)
  • Confessions of a Dangerous Mind (2002)
  • Ocean's Eleven (2001)
  • Spy Game (2001)
  • The Mexican (2001)
  • Snatch. (2000)
  • Fight Club (1999)
  • Meet Joe Black (1998)
  • The Dark Side of the Sun (1997)
  • Seven Years in Tibet (1997)
  • Sleepers (1996)
  • Twelve Monkeys (1995)
  • Se7en (1995)
  • Legends of the Fall (1994)
  • Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles (1994)
  • True Romance (1993)
  • Kalifornia (1993)
  • A River Runs Through It (1992)
  • Contact (1992)
  • Thelma & Louise (1991)
Elimizde olmayan ve bulamadığımız filmleri:
  • Full Frontal (2002)
  • The Devil's Own (1997)
  • The Favor (1994)
  • Cool World (1992)
  • Johnny Suede (1991)

Ocean's 13 (2007)


Soderbergh'in yönettiği ve sanırım Ocean's serisinin de son filmi olan filmimiz, Danny Ocean ve tayfasının, çok sevdikleri Reuben'in Bank (Al Pacino) tarafından kazıklanmasının verdiği çöküntüyle kalp krizi geçirip yatağa düşmesi üzerine Bank'ten öç alma hikayaleri olarak özetlenebilir. Bu uğurda ikinci filmde kumarhanesini soydukları Benedict'ten (Andy Garcia) bile yardım alıyorlar ki çok ciddi olduklarını göresiniz :)

Film ilk filmle gayet paralel ilerliyor ama o filmlerdeki ince düşünülmüş detaylar bu sefer sanki biraz daha az. Arada çete daldım satılan fotoğraf makinam hakkımda, dağıldım o yüzden, nerede kalmıştım :) Ha diyordum ki hala aksiyon var, hala gülümseten anlar var ama ilk film kadar sarmıyor sanırım. Vegas'ın altında tünel kazarken kimsenin haberi olmaz hem! Tek o otelin mi temeli var sanki de tünel kazarak geniş geniş oraya varabiliyoruz gibi de soru işaretleri oluşturmasa kafamızda sanırım daha tatminkar bir deneyim olurdu.

Özetle bu kadar değerli oyuncuyu bir araya getirebilmek bile başlı başlına bir başarıdır diyebiliriz ve yönetmen koltuğunda Soderbergh olmasaydı muhtemelen bu da olamazdı. Hoşça zaman geçirmek için uygun bir film diyerek bitirelim.

Benim notum: 7/10
IMDB notu: 7.2/10

3 Ekim 2007 Çarşamba

Ne kadar sıklıkta yalan söylersiniz?

Neyin gerçek neyin yalan olduğunu karıştıracak kadar
0 (0%)
Sıkıştıkça
2 (22%)
Çok zorda kalmadan asla
4 (44%)
Yalanın 'Y'sini ağzıma almam
0 (0%)
Arada sırada
3 (33%)

Byte

Bilindiği üzere, bilgisayarda bilgiyi ölçmek için byte birimi kullanılagider. Bir byte, ikili sistemde sekiz haneli bir sayıyı temsil eder. 00001010, 11001001, buna pek güzide iki örnektir.

Byte'ın katları olan ölçüm birimleri, her biri bir küçüğünün 1024 katı olacak şekildedir. Byte'ın bir büyüğü Kilobyte, 1024 bayttır. Megabayt, 1024 kilobayt yani 1024*1024=1048576 bayttır.

Sonra neler geliyor? Gigabyte ve Terabyte. Terabyte, 1.1 milyara yakın bir sayı olan 1099511627776'a denk geliyor.

Sonra da petabayt, exabayt, zetabayt ve yottabayt geliyor ki aman diyeyim. 2 üzeri çok ediyor bunlar.

Bir yandan da, abiler diyorlar ki siz böyle kilo mega demişsiniz ama bunlar zaten geleneksel olarak 1000in katlarıyla özleştirilmiş, kafanız karışacak. Gerçekten de öyle oluyor, 40gb diye aldığınız bir harddisk 38.* gb olarak kullanılabiliyor.

Ayni abiler diyorlar ki, siz 1024'ün katları olarak işleyen bu sistemdeki basamaklara yeni isimler verin. Bayt'ın öneklerinin ikinci hecelerini, binary'nin (ikili) ilk hecesiyle değiştirin, şöyle olsunlar:

bayt, kibibayt, mebibayt,
gibibayt, tebibayt, pebibayt,
ekbibayt, zebibayt, yobibayt.

Gereğinden fazla 'labunyavari' duran bu isimler, yer yer kullanılmakla birlikte henüz genel kabul görmüş değil. Benden yana OK, bunu da söyleyeyim. Bu isimleri önerenlere, ve kullanılması için çaba gösterenlere sevgilerimizi gönderiyoruz...

1 Ekim 2007 Pazartesi

Annum

Annum, Latincede yıl anlamına gelmektedir.

Bir zaman birimi olarak annum, tam olarak 365.25 günü(Rumi takvime göre ortalama yıl uzunluğu) temsil etmektedir(Dünyanın güneş etrafındaki tam devri). Her ne kadar evrensel olarak “yıl”ın bir sembolü olmasa da, NIST ve ISO 31-1 sembol olarak “a”yı gösterir. Ayrıca İngilizcede sıkça “yr” kısaltması kullanılmaktadır.

· kiloannum, ka: Bin yıl.

· megaannum, Ma: Bir milyon yıl.

· gigaannum, Ga: Bir milyar yıl.

· exaannum, Ea: Bir kentilyon(10 üzeri 18) yıl.

29 Eylül 2007 Cumartesi

...başlık değişecek

Artık insanları daha fazla dinlemeyi, hoşlanmasam da fikirlerine daha fazla saygı duymaya çabalıyorum çünkü hayatınızdaki her olumsuz gelişmede öyle ya da böyel sizin de hatanız vardır. Neden isim değiştirmek gerekti peki?
  1. Babam çok fazla söylendi, malum toplumun değer yargıları falan.
  2. İşyerinde isminden ötürü giremiyorum diyenler oldu.
  3. İsmi fazla saldırgan bulanlar var ki bu nedenle hoşuma gitmişti aslında :)
İngilizce olarak yani "Post-orgasmic Chill" deseydik muhtemelen kimsenin sesi çıkmayacaktı, kanıksama ve anlamama nedeniyle ama durum bu değil, öyleyse isteklere kulak verelim. Daha güzel bir isim bulana kadar isim ve adres böyel kalacak, uygun olanını bulunca ikisini de değiştiririz. Yazan zaten 3 kişi olduğu için son karar ben, Görkem ve Deniz'in olacak. Gelsin yorumlar...

27 Eylül 2007 Perşembe

Ekip tamam!


Cengiz Çandar, Referans gazetesindeki köşesinde 2. Cumhuriyetçilerin "ilk 11"ini yayımladı. Kadro: Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Şahin Alpay, Mehmet Ali Birand ve Ali Bayramoğlu...
Hürriyet'te Mehmet Y. Yılmaz, takımın teknik direktörlüğüne Karen Fogg'u, başkanlığına Can Paker'i öneriyor. Fogg uygun ancak Paker'in başkanlığı için George Soros'un iznini almak gerekir. En büyük başkan o çünkü... Bu arada takımın fahri başkanları Graham Fuller ile
Paul Henze de unutulmamalı...

kaynak: Melih Aşık

22 Eylül 2007 Cumartesi

Öğrenciliğin ilk günleri

Günlüğün gönüllü katılımcılarından biri olarak bu ilk yazımı yazmayı epey geciktirdim, ama bahsetmeye değer bir konu bulamıyordum. Belki hâlâ yok, ama daha fazla beklemeyeceğim.

Şu aralar bahsedebileceğim en düzgün konu, son bir haftadır uğraştığım iş: İskoçya-Dundee’de, yerleşmek, şehri tanımak ve bu farklı kültüre uyum göstermek.

İlk anlatacağım şey, az önce bu yazıyı yazmayı üst paragrafın ortasında bırakıp 3 kat aşağı inmeme sebep olarak anlatılmaya hak kazanan yangın sireni. Bu siren neredeyse her gün çalıyor, ama hiç yangın çıkmadı. Her odada yangın sensörleri bulunduğu için, biri sigara içer ya da herhangi bir sebepten bir duman oluşursa hemen siren devreye giriyor. Ardından binanın avlusunda hepsi birbirinden fıstık, cıvıl cıvıl ingiliz-iskoç kızları bekliyor bizi:

- Bacılar ne yapıyorsunuz, alarm bitti gibi? "We're just socializing!". Yimez miyim? Yirim.

Eklemekte fayda var: girdiğimiz her ev ve ofiste, mutlaka yangın söndürme tüpleri ve "FIRE EXIT" yazılı yönergeler eksik değil. Öyle ki, artık bu araçlar mimari dokunun bir parçası olmuş.

Dikkatimi çeken diğer şey, sokaklar her zaman tertemiz ve özenli. Örneğin çöp kutusu olmayan yerlerde izmarit söndürmek için asılı küçük tenekeler var. Köpek pisliklerini atmak için de özel kutular...

Bizim (ben ve birlikte geldiğimiz arkadaşlar) en çok etkilendiğimiz şeyse, her şeyin kurala ve belirlenmiş süreçlere bağlı olması. Bir işyeri, okul ya da resmi kurumla yapacağınız herhangi bir işlem, çok net olarak belli ve herkes için aynısı uygulanıyor. Okula kayıt sırasında, bir adımı atlayıp sonraki adıma geçince, elimdeki belgede o eksik adımın onayını göremeyen memurun şaşkınlığı izlemeye değerdi. "Allahım nasıl olur?" :) Kesinlikle kuralcı insanlar.


Yemeklere gelince, geldiğimizden beri hep mikrodalga için hazır yemeklerden alıyoruz. Hem mutfak malzemelerimizin azlığı, hem de her öğünü en ucuza kurtarma gereği bizi buna itiyor. Fakat bu hazır yemeklerden gına geldi, tez zamanda düzgün bişeyler hazırlayıp yiyeceğim. Tencerede pişsin de, kuru makarnaya bile razıyım.

Et ve sebze olarak, özel şeylerin dışındaki her şey rahatlıkla bulunuyor diyebilirim. Bu özel şeylerin en başında sucuk, izmir bölgesinin otları ve memleketin peynirleri geliyor. Et Türkiye'ye görece oldukça ucuz, domuz eti olağanüstü ucuz. Sebze de aksine pahalı, e adamların memleketinde patatesten başka bişey yetişmiyor neredeyse.

Şimdilik bu kadar, yakında daha doyurucu konularla buluşmak dileğiyle, esen kalın ;)

Bu arada, fotoğrafları unutmak olmaz:
Albüm 1
Albüm 2